Dış politikada kimcisin siyaseti
Osmanlı’nın gerileme döneminden kalma siyasi zihin, “kimcisin” siyasetine takılmış, aklını bundan kurtaramıyor. İngilizci misin, Rusçu musun yoksa Fransızcı mı?
Yakın dönem dış politikasına yön veren soru bu?
Bir dönem hariç.
Mustafa Kemal dönemi.
Geriye kalanların tamamı “kiminle bir olsak acaba” siyasetine sıkı sıkıya bağlı.
Gelelim bugüne.
Atlantikçi misin, Avrasyacı (Rus-ABD) mısın?
Hiçbiri değilim.
Doğrudan doğruya Türkçü, Türkiyeciyim. Lakin ülkemin millî çıkarları için, dönemsel olarak, dünyanın içinde bulunduğu siyasal gelişmelere paralel, herkesle işbirliği yapabilirim.
Burada önemli belirleyici iç kuvvet şu: Millî çıkarlarımız.
Tarihsel sürece bakıldığında, Türkiye bu “Kimcilik” siyasetinden çok şey kayıp etti. Ülkeyi kurtarmak için yapılıyor gibi görülse de kimden yana olma sorunu, Türkiye’nin dışarıdan yönetilme ve emir alma sorununa dönüştü. Bunun üzerine bir de ekonominin getirdiği yıkım eklenince, ülkeyi yöneten aydınlar, bürokratlar, Osmanlı’dan bu tarafa dış desteğin, dışarıdan kontrole dönüşmesine engel olamadı.
Bugün de öyle.
Neyi tartışıyoruz?
Erdoğan’ın ABD’ye gidip gitmeyeceğini.
Gideceğini öğrendik.
Bitti mi?
Biden ile görüşüp görüşmeyeceğine sıra geldi. Görüşecek mi görüşmeyecek mi?
Bu soru bana, “Sen zayıf ve güçsüz bir ülkenin yurttaşısın” hissi veriyor.
Millî Mücadele’yi topuna birden kazanmış bir milletin yurttaşları olarak bu duyguyu hak etmediğimiz ortada. Hele Çanakkale kara savaşlarının gündemi ortadayken hepten mağlubiyet duygusu yaratanlara öfkeleniyoruz.
Ve yüksek sesle sormak istiyorum: Biz neden bu hâldeyiz!
Çünkü güçlü devletlere sürekli ihtiyaç duyması istenen, buna zorlanan bir ülkeyiz de ondan. Bizi yönetenler, ister dindar, ister liberalist isterse demokrat olsun, bir türlü ayağa kalkıp ayaklarımız üzerinde durmamıza izin vermiyor.
Göz göre göre ekonomiyi bozuyor.
Bilerek ve isteyerek, rejimi otoriterleştiriyor. Böylece demokrasiyi bozuyor. Meclisi etkisizleştirip, parmak kaldır indir topluluğuna dönüştürüyor.
Kasten, hukuk düzenini adalet dağıtamaz hâle getiriyor.
Geçmediğimiz köprülere, bire on hazineden para ödetiyor.
Ülkenin madenlerini, kıymetli arazilerini, yüzlerce kamu işletmesini satıp savuruyor.
Bilinçli olarak kendi zenginlerini yaratıyor. Ülkenin mali kaynaklarını bu yandaşlara aktarmak için ihale yasalarını değiştiriyor, yaptığı ihalelerin çoğunu bir liraya yapılacaksa beş lira üzerinden ihale ediyor.
Bir saray yerine birkaç saray yapıyor.
İşçi, emekli, orta kesim “açım” derken iktidar seçkinleri sefa sürüyor.
Eğitim düzenini bozuyor. Özgür düşünce yerine şabloncu, bilimsel aktiviteler yerine ezberci kalıpları getirmeğe çalışıyor.
Daha kötüsü yüksek faizle devlet borçlandırılıyor.
Ülkenin ve ülkenin sahibi olan halkın parası oluk gibi yabancı tefecilere akıyor.
Bundan da kötüsü mesela Dünya Bankası’ndan borç alıyorsun, adamlar sana emir veriyor. “Bu paraların yarısını, göçmen istihdamında kullanacaksın” diyor.
Adamlara F-16 almak için yalvarıyorsun.
F-35 proje ortaklığından çıktığın yetmiyor bir de o güne kadar yaptığın ve ödediğin milyarlarca dolara el koyup sana vermiyorlar. Senin kuruşa ihtiyacın var, ama adamlar sana senin paranı vermiyor.
1919-1940 arasında kalan tam bağımsız Türkiye yerine, Osmanlı’nın Gerileme Dönemi politikalarına yavaş yavaş dönen, ayakta kalmak için neden kendine büyük devlet arayan bir ülke hâline düşürüldüğümüzü sorgulamazsak, iktidarların TÜİK aracılığı ile çarpıttığı enflasyon üzerinden ekonomi düzeni kurmağa, çarpıtılmış resmî yalanlar üzerinden kurulu çarpık düzende yaşamağa mahkûm oluruz.