Anmak mı anlamak mı?
Ben bu yazıyı yazarken tarih 10 Kasım 2024 idi. Siz okurken ise 11 Kasım olacak ama sorun yok. 100 yıldan beri eskimeyen ve eskitilemeyen bir anlayışı anmak bir gün gecikebilir.
Klasik anmaların bugüne kadar topluma bir faydasının olduğunu hiç düşünmedim. Hamaset dili aklın ışığını söndürüyor ne yazık ki. Her zaman ve her seferde de aynı sonucu veriyor. Bir yerde hangi anlayış hâkimse diğeri durumunda kalan hamasete daha çok sarılıyor.
Hâkim anlayışın, kimseyi diğeri kategorisine düşürmemesi için ise siyasete gerek duymayan bir kurallar bütününe ihtiyacımız var galiba. İşin en enteresan tarafı da dün andığımız Devletimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk de bize o kuralları ihdas etmek adına bir fırsat vermişti. Ama hemen ardından o fırsatı da tepmeyi başarmıştık.
Anmak anlamak değil ne yazık ki. Bizler her anlamadan anmaya devam ettiğimiz konu ve kişinin hatırasına da saygıda kusur ediyoruz. Bu durum ideolojik bağnazlıkla besleniyor. Bu şekilde de sadece diğerini yenmek üzerine kurgulu oluyor ama o diğeri ile de aynı kader, paylaşmak zorunda olduğunu hep unutuyor.
Ezberlerimiz, kutsallarımızı dokunulmaz, karşısındakini de kabul edilemez kılıyor. Buradan bir ortak akıl ya da değer de çıkmıyor. Mesela bugün Devletimizin önemli isimlerinin 10 Kasım nedeni ile Atatürk’ü andıkları paylaşımlara denk geldi. Birçoğu saygı içeren anma mesajlarında inatla unutulan ifade Devletimizin kurucusu ifadesi.
Uzun uzun bir anma yazısı yazmanın da aslında ne bana ne de okuyucuya bir faydası var. Önemli olan olup biteni anlamış olup olmamak durumu.
28 Şubat sürecinin sokağa döktüğü insanlar artık nasıl kendileri adına tepki ve karar verecek bir iradenin varlığı ile başka alanlarla ilgileniyor ise öncesinde aynı rahatlığı yaşayanlar da bugün seslerini yükseltiyorlar. Burada bir tuhaflık yok. Enteresan olan ortak menfaat ve bilinç konusunda bu kadar kolay ayrı düşebilmek olsa gerek. O sebeple bu tarafı çok uzatmayacağım. Onun yerine size iki ayrı bilgi aktaracağım.
Aktardıktan sonra da üzerine bir değerlendirme yapmayacağım. Herkesin aklı kendisine yetiyor da artıyor zaten. Fikirler oluşmuş ve net, ne üzerinden oluşturmayı tercih edeceğine de insanlar kendisi karar vermiş çoğunlukla.
Günün anlam ve önemi nedeni ile bugün alıntılayacağım iki bilgiden daha çok Osmanlıcılar rahatsız olabilirler o bakımdan da şimdilik onlardan af diliyorum. Bir ara başka bilgilerle onların da gönüllerini almayı deneyeceğim söz.
Çar 1. Nikola’nın(1825-1855) Avusturya Başbakanı Metternich'e yazdığı mektuptan:
"Ben Osmanlı İmparatorluğu’nu korumayı istiyorum. Fransa ve İngiltere’nin herhangi bir yıkım halinde uygulayacakları entrikalardan endişe etmekteyim. Ancak görülüyor ki Osmanlı İmparatorluğu ölmüştür. Bu yapının yaşayacağına hiç güvenim yok. Böyle bir durumda biz ilk sırada olmalıyız."
Avusturya Başbakanı Metternich'in hatıra notlarından (1815-1848)...
“Eğer Osmanlı Devleti artık kurtarılamayacak olursa birbirlerine denge öğesi oluşturacak ve Rusya’nın da etkisine karşı durabilecek olan bağımsız küçük devletlerin kurulması Avusturya açısından en uygun çözümdür.” 2. Mahmut ve Abdülmecit dönemleri.
Aşağıdaki belki biraz daha rahatsız edici olabilir. Ama kusuruma bakmayın artık neticede gerçekler biraz can sıkıcı olabiliyor:
Fes Nedir? Ne zamandan beri giyilir? Osmanlı'yı temsil eden bir kıyafet midir?
1829'da 2. Mahmut tarafından Batılılaşma faaliyetleri kapsamında giyilmesi emredilmiş kıyafettir. Özellikle Asaker-i Mansurey-i Muhammediye askerlerinin resmî kıyafetidir.
Anavatanı Fas olsa da Batı dillerinde fes diye geçtiğinden bizde de öyle anılmıştır. Özellikle Ege adalarında çoğunlukla Rumlar ve bir kısım Türkler tarafından daha öncesinden giyilmeye başlanmıştır. Türkiye’deki fes üretimi yeterli olmadığından Avusturya’dan da uzun süre fes ithal edilmiştir Şapkadan önce başa giyilen son kıyafet olması nedeni ile de ayrı ve enteresan bir anlam yüklenmiştir.