Türk Barışı
Türk tarihinin beş bin yıllık bilinen sürecinin ayırıcı vasıflarından birisi aman dileyen ve kendine sığınanlara velev ki düşman olsun insan gibi muamele etmesidir. Bütün tarih kitaplarını tarasanız, bütün kronikleri inceleseniz, savaş veya barış hakkındaki rivayet ve haberleri didik didik etseniz aksi bir durumu bulabilmeniz muhaldir. Günümüzde dahi bu gerçek ayniyle vakidir.
Suriye’deki Arap ırkçılığıyla malul 60 yıllık Esed zulmü, tutuklayabildikleri her bir vatandaşını “cinnet mustatillerinde” yaşattı. Bilhassa son 13 yıl içinde değirmen gibi insan öğüten bu rejimden kaçabilenler -şimdi bir dönüş ışığı yanmış olsa bile- mülteci hayatı yaşamaya devam ediyor. Vatanlarını terk eden bu insanların pek çoğu bildiğimiz gibi Türkiye’ye sığındı.
13 yıl, dile kolay! Söz gelimi bunlara “kardeş” denilse bile gelenekleri, kız alıp vermeleri, dinî algıları, ibadet ritüelleri ve dilleri farklı bu insanlar sonuçta asla Türkleşmeyeceklerini, derin bir vatan sevgisi ve Suriyelilik bilinci içinde olduklarını yaşayarak-yaşatarak dünyaya gösterdiler. Benim en çok merak ettiğim şey ise şuydu: Sayıları konusunda devletimizin farklı muhalif siyasi kaynakların farklı rakam verdiği şu kadar milyon insan Araplık bilinci mi yoksa Suriyelilik bilinciyle mi direniyordu?
Çünkü alenen biliniyor ki, Suriye coğrafyası, Arap, Türkmen, Kürt, Süryani, Dürzî, Ermeni ve Rum gibi çoklu etnisiteden oluşan bir halitadır. Her ne kadar vikipedya ve diğer uluslararası açık kaynaklar ile Türkiye’deki gayrimillîleşmiş yerli kaynaklar Araplardan sonra Kürtleri ikinci sırada saysa da gerçek öyle değildir ve bu sıralama tamamen emperyalistlerin siyasi maksatlı sıralamasının papağan gibi tekrarlanmasından başka bir şey değildir. Arap nüfustan sonraki en büyük nüfus Türkmenlerdir.
Bu kadar farklı etnisiteden insan toplulukları, İngiltere ve Fransa’nın “çakma Suriye devleti” kurulmadan da bir arada yaşıyorlardı. Suriye’nin böğrüne paslı bir köstek mıhı gibi çakılan Esed rejiminden önce de aynı etnik varlıklar uyum içindeydiler. Barış içinde beraber yaşama kültürü ise, -evrensel bir hakikattir ki-, Türklerin en büyük sosyal organizasyonu yani imparatorluk yansıması olan “Osmanlı Barışı” sayesinde mümkün olabilmişti.
Bugün, Osmanlı bakiyesinden yükselmiş olan Büyük Türkiye Cumhuriyeti, “Türk Barışı”nı tesis etmeye başladığını artık derin bir devlet tavrı olarak ilan etmeye başlamış görünüyor. Milyonlarca Suriyelinin hem de soysal, kültürel ve siyasi barışın sarsılması pahasına Türkiye Cumhuriyeti topraklarında “Muhafaza Edilmesi”nin günümüz şartlarında ne anlama geldiğini daha iyi anlamış bulunuyoruz.
“Şu kadar milyon insan Araplık bilinci mi yoksa Suriyelilik bilinciyle mi direniyordu?” sorumuza gelecek olursak, cevabı Suriyeli mültecilerin dönüş konusundaki tavırları, ülkenin yeni lider ve kanaat önderlerinin oluşturacakları siyasi ve sosyal düzen gibi pek çok faktör belirleyecek.
Milletimizin yaşama ve yaşatma gücüyle binlerce yıldan beri oluşturduğu “Türk Devlet Bilinci” bugün Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunmakta çok sağlam ve tutarlı bir tavır sergiliyor. Dostun düşmanın hayran kaldığı bir yüksek bilinçle hareket eden Türkler karşısında söyleyecek söz bulamazken mızıkçılık etmek gibi sadece nevzuhur devletçiklerin yaptığı işleri işliyorlar.
Açık ve iltihaplı bir yara gibi duran Suriye’nin yarasını kapatmak yerine deşmek anlamına gelecek her türlü iç ve dış müdahalenin Türkiye’nin sabırla geliştirdiği çözüm sürecine küstahça bir müdahale olacağını açıkça söylemekte fayda var. Demokrasi, özgürlük vaatleriyle gelip ülkeleri harabeye çeviren “savaş makinesinden” ibaret emperyalizmin sunacağı bir çare de kalmamıştır.
Suriye ve giderek Irak ve bütün Osmanlı Devleti güney coğrafyasındaki hastalıkların şifa bulması için Türk devletinin tecrübesine ve sağaltma yeteneğine teslim edilmesi gerekmektedir. Ümit edelim ki dünya daha doğrusu artık bütün iğrençlikleri ortaya dökülmüş emperyalist güçler de bunu bir an önce kabul eder ve bölgemizde “Türk Barışı” tesis edilir.