Taharet musluğu
Geçen hafta Türkiye-Gürcistan maçını Dortmund stadında izleme şansına sahip oldum. Bu yazı orada indi.
İlk önce biraz Düsseldorf’dan bahsedeyim. Şık, temiz, klasik bir büyükşehir. İklim nedeniyle yemyeşildi. Sık sık yağış. Bizim ekim gibi. Kıskandığım tek şey diyebilirim. Doğası etkileyiciydi. Artvin’imizin dağ köylerinde gördüğüm yeşili, şehirde yakaladım.
Avrupa Şampiyonası nedeniyle olsa gerek, son derece kalabalıktı. Maç izlemeye gelen binlerce turist rengarenk bir görsel oluşturmuştu. Herkes garip bir şekilde uyum içerisindeydi.
Gelelim maç gününe. Rakibimizin güçlü ya da güçsüz olması hiçbir şey fark ettirmiyor. Milli bir maç izlemeye giderken kalp heyecanla doluyor. Fakat bu maçın ekstra bir ayrıcalığı vardı. Almanya’daydı. Almanya’da yüzbinlerce Türk yaşıyor. Maç burada olsaydı da neredeyse bu kadar kalabalık olurduk… Türkiye’de yaşayanlardan daha güçlü, daha farklı bir sahiplenmişlik hissettim.
Her yer kıpkırmızı, bembeyazdı. Binlerce bayrak. Ülkemizde kutlanan Cumhuriyet bayramından bile daha kırmızı beyaz.
Kendi ülkelerinde Almancı, Almanya’da yabancı olan gurbetteki Türklerimiz, ay yıldızlı bayrağımıza sımsıkı sarılmışlardı. O sarılmak ki, Allah’a inanmak, baba eli tutmak gibiydi. Bu büyük aşk ve sevgi gözle görülüyordu.
İşte, bahsettiğim aidiyetin doldurduğu koskoca bir stadyum düşünün. İnanç, heyecan ve ümitle bekleyiş. Maç saatleri sağanak yağışlı bir havaya denk gelindi. Bütün taraftarlar sırılsıklamdık. O halde normalde kimseyi hiçbir yerde on dakika bile tutamazsın. Ama bardaktan boşanırcasına ıslanmışlığımıza rağmen hepimiz sonuna kadar orada kaldık. Titreyerek milli takımımıza destek olduk. Tıpkı bir savaş gibiydi. Başından sonuna kadar, olumsuz hava koşullarına rağmen kendimize düşen görevi, tezahüratı hakkını vererek yaptık.
Devre arasında Türkçe şarkılar çaldı. İçerde oynuyormuşuz gibi hissettirdi. Maç boyu kendimde ayakta durdum, tüylerim de. Diken diken izledim. Manevi duyguların bu kadar hat safhada olduğu bir noktada yenilseydik ekstra üzülürdüm. Futbol klasiktir ya yenersin, ya yenilirsin, ya berabere kalırsın. Üçü de normaldir. Fakat burada kazanmak elzemdi. İlk maçımızı almak, Almanya’da yaşayan Türkler ve bizim için çok gerekliydi. Keşke Portekiz’i de yenebilseydik, en kötüsü berabere kalsaydık. Mucize gibi bir sevinç yaşanırdı. Yapacak bir şey yok, önümüzdeki maçlara bakacağız..
Üzüldüğüm bir olay oldu. İstiklal Marşımız okunurken ‘Hazır ol!’ da duran çok az kişi vardı. Haklı olarak herkes o muhteşem anı, yani İstiklal Marşı’nın kulakları sağır edercesine tek bir ağızdan okunduğu anı, kaydetmek istiyordu. Tabii ki kaydederken kimse, ‘Hazır ol!’ da duramadı. Oyuncularımız dahi ellerini birbirlerinin omuzlarına attılar. Mutlaka manevi bir sebebi vardır. Ama istiklal marşı, ‘Hazır ol!’ da durmak demektir. Naçizane fikrimi söylüyorum. Saygıya kıstas sayılmayabilir. Katılmayana da hak veririm. Zaten haddime de düşmez. Ama o ortamda herkesin kalem gibi hazır olda durmasını, o duruşun dünya basını aracılığıyla tarihe geçmesini isterdim. Belki senin benim telefonumda olmazdı ama dünya, İstiklal Marşımıza duyduğumuz saygıya şapşahit olurdu. Kalpleri biliyorum, görüyorum, hissediyorum. Saygı sonsuz, sevgi sonsuz, aşk sonsuz ama bunu görsele taşımak da asil durabilirdi. Hepimiz içimizdeki askeri çıkarabilirdik.
Bir de Gürcistan milli marşının ıslıklanması olayı oldu, onun dışında negatif hiçbir şey yoktu. Asaletimize yakışmadı. Ülkemle, vatan sevgimizle gurur duyuyorum. Kalbini bayrağına, bayrağını kalbine takmış insanlarımızı sevgiyle, saygıyla kucaklıyorum. Allah bizleri el attığımız her dalda muvaffak etsin. Başarı ihsan etsin. Hep güzellikler nasip olsun.
Not: ‘Yazının başlığının yazıyla ne alakası var?’ diyenlere de şunu söyleyebilirim. Sizce neden öyle bir başlık atmış olabilirim? Her şeyi nasıl yazayım. Anlayın işte:)