Neden Cumhuriyet? Meşrutiyetin nesi vardı?
Uzun bir aradan sonra siz değerli okuyucularımı selamlayarak bugünkü yazıya başlamak istiyorum.
Yakın tarihin bütün dönemlerinde başı dertten kurtulmayan ülkemizin, kurulu siyasal sistemi olan cumhuriyet, 100 yaşına girdi, ama ülkeyi yönetenler soğuk durdu.
Neden?
Cumhuriyet, Padişahlığın (Hanedanlığın) yahut meşrutiyetin yerini aldığı için mi?
Dini bir devlet olmaktan çıktığımız için mi?
Bilemiyoruz.
Lakin soru şu: Dünyada İngiltere gibi gelişmiş büyük devletler bile meşrutiyetle yönetilirken biz Cumhuriyeti neden kurduk? Ne gereği vardı?
Şöyle anlatalım.
1-Hanedanlığın tarihsel açmazları vardı.
Evet, biz 1908’de II. Meşrutiyet’i kurmuştuk.
Doğrudur.
Padişahımız efendimizin yetkilerini de büyük ölçüde sınırlandırmıştık. Hatta tahtın varisi meselesinde kimin nasıl iş başına geleceğini anayasaya yazmıştık. “Ekber” (Büyük) kardeş tahta geçecekti. Geçmişte taht uğruna, hanedanlık, birçok evladını yemişti. Beşikteki bebekler bile katledilmişti.
Bu durum meselenin bir yüzü, öteki yüzü ise, Kurtuluş Savaşı boyunca İstanbul’daki Padişah hükûmeti, Ankara’daki Meclis hükûmetine savaş açmıştı.
Eski bir Jandarma subayı olan Anzavur Ahmet adlı birine paşalık ünvanı vererek 4 bin kişilik bir askerî birliğin başına getirmişti. Bu birlik (Kuvayı İnzibatiye), Marmara bölgesinde Türkiye’yi kurtaracak Kuvayı Millîye ile savaşıyor isyanlar çıkarıyordu. Üstelik Başkent İstanbul’u işgal eden İngilizlerden maaş almaktaydı.
En kötüsü de İzmir’i işgal eden Yunan askerlerine itiraz edilmemesi için askerî birliklere emir gönderdiler.
2-Şehyhülislamlık ve Halifelik, siyasal sistemin üstünde belirleyici yetkiye sahipti.
Osmanlı Devleti’nin geleneksel siyasal sistemi, din-devlet ilişkilerinde ulemanın vesayeti altındaydı. Padişah, hemen her konuda şeyhülislamlık makamından görüş almıyordu. Bu sebeple en yenilikçi padişahlardan biri olan II. Mahmut, yapacağı yeniliklere daha kolay onay almak için Şeyhülislamlık makamını kurula dâhil etmek zorunda kalmıştı. Buna rağmen “Gâvur padişah” denilmesinden kurtulamamıştı. Oysa kendisi aynı zamanda Halife idi.
Osmanlı döneminin zirve noktasında olan en büyük Türk astronomu Takiyüddin’in bin bir güçlükle yaptırdığı uzay gözlem evini (Rasathaneyi) Şeyhülislam’ın fetvasıyla 1578’ de yıktık. Biz yıkarken Avrupa’da Kassel gözlem evi kuruldu ve Takiyüddin ayarında bir bilim adamı olan Tyco Brahe yeni uzay çalışmalarına başladı. Türkiye’de bilim söndürülürken Avrupa’da parlamaktaydı.
En iyi bilineni matbaayı geciktirdi.
İlk kurulan tıp okulunda kadavra (ceset) üzerinde inceleme yapılmasına, “ölüye dokunulamaz” deyip mekruh saymıştır.
Son bileneni, suçsuz olduğu ve vatan için çalıştığı bilinmesine rağmen Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in idamına onay verdiler. Dahası Kurtuluş Savaşı kadrosunu idamlık ilan edip, fetva verdiler.
Hâlbuki din adamlarının (ulema), ne matbaa uzmanı, ne astronom, ne fizikçi. Fen bilimlerinin ise hiç uzmanı olmadığı açıktır. Yeterince bilmediği her alanda, devletin, politik sistemin, iktidarın alacağı her türlü siyasi, ekonomik, teknolojik konularda karar verme yetkisi, usûl ve yasal olarak hakkıydı..
Bu durumda, devletin en tepesinde bulunan padişah, hem Halifelik yük ve sorumluluğundan, hem de dinin, uzmanı olsun olmasın, her konuda karar vermesi istenen ulemadan (Şeyhülislamdan) bağımsız, bilimin ve aklın gerektirdiği gibi karar vermesi beklenemez.
İşte bu sebeple Atatürk, haklı olarak Cumhuriyet yönetimini benimsedi. Yine, devlet ve siyaset aklının özgür ve bağımsız kalabilmesi için laikliği rejimin sigortası yapma ihtiyacı duydu.