İhsan yetiştirme düzeni
Milli Eğitim demek, insan yetiştirme düzeni demektir. Bir plan dâhilinde, belirli amaç ve hedeflere yönelik olarak okullarda yapılır. Eğitimin okullarla sınırlı bu bölümüne öğretim denir. Dolayısı ile okullarda yapılan öğrenme ve öğretme işleri aynı zamanda eğitimdir.
Eğitim, bir bütün olarak iki ana koldan/bölümden oluşur. Birisi, okullarda; plana ve programa (müfredata) bağlı olarak öğretmenlerin verdiği öğretim kolu, diğeri de hayatın her alanında, sosyal çevre içinde, tüm iletişim kanallarından öğrendiğimiz istendik öğrenmelere dayalı sosyal-kültürel alandan edindiğimiz öğrenmelere dayalı olan okul dışı alan. Bu sebeple kimi insanların; “Okullarda eğitim yapılmıyor, öğretim var” cümlesi yanlıştır. Okullarda yapılan eğitimin adı öğretimdir. Ve eğitim bütününün esaslı, planlı bir uzman olan öğretmenler eliyle yapılan kısmını oluşturur.
Buraya kadar eğitim tanıdık. Şimdi esas anlatmak istediğimiz konuya gelelim.
Millî Eğitim Bakanlığı, sık sık program değiştirmekle, öğretimin yönünü değiştirmekte, amaç ve hedeflerini, yani insan yetiştirme düzenini değiştirerek kendi ideolojik söylemine uygun hâle getirmektedir. Bu durum, eğitim tarihimiz açısından, tarihten hiç ders alınmadığının göstergesidir.
Yalnız Türkiye’de veya İslam dünyasında değil, tüm Batı’da da eğitim, modernleşme çağına, özellikle de sanayi devrimine kadar dini kurumların elindeydi. Bizde medreseler, Batı’da Katolik okulları kendi dönemlerine damgasına vurmaktaydı.
Aralarındaki tek ortak nokta, ışık girmeyen ve kendi aydınlanma sistemiyle aydınlanan loş bir mağara gibi, kendi fasit dairesinde dönmeleri ve dinî ezberleri sürekli tekrarlamalarıydı. Bu değişmezlerin bilgisi, hiç ilerlemiyordu. Hâlâ da kendini tekrar ederek değişime itiraz ediyor.
İslam dünyasında ilk fark ve aydınlanma, 830’da Abbasi Halifesi Memun döneminde açılan Beyt’ül Hikme idi. Hikmetli Ev anlamına gelen bu kurum, sarayda akılcı-mantıkçı mutezile felsefesine inanan din adamlarının döneminde gerçekleşmişti. Mağaranın tavanından ilk güneş ışıkları girdiğinde, Hristiyan dünyası kendi fanusunda Orta Çağ karanlığı diye adlandırılan süreci yaşamağa devam etmekteydi.
İslam dünyasında sultan, çoğu Grekçe’den yapılan çevirilere, keseler dolusu altın ödemekteydi. İslam dünyası, bu çevirilerle bir yüzyılı aşkın okuma anlama çabası yaşadı. 11. Yüzyıl’dan sonra bilimin ışığı yavaş yavaş görülmeğe başladı. İslam dünyası felsefe, matematik, astronomi, geometri vb. bilimlerle sadece kendini değil bütün evreni aydınlattı. İlerleyen yıllarda Farabiler, Biruniler, Cabirler ses verdi. Ve Batı medeniyetine alt yapı oluşturdu.
Derken, 12. Yüzyılın ortalarından sonra, parlayan yıldızlar birer birer, yavaş yavaş sönmeğe ve üstünlük Orta Çağ’dan kurtulacak olan Avrupa’ya geçti. Avrupa, İslam dünyasından çevrilerle kendi dönüşümünü başlattı.
Peki, İslam dünyası neden kendini kapattı?
Çünkü İslam dünyasında sarayın dinî anlayışı, bakışı değiştir. Akılcılık gitti, bağnazlar geldi. Böylece her şey günah olmağa başladı. Avrupa’da kilisenin yaptığı karartmayı, İslam dünyasında medreseler ve ulema yapmağa başladı. Bunun sonunda ilerleyen yüzyıllarda, medrese pozitif bilimlerden uzaklaştı. Kendi yorumlarına göre “Dünyayı bırakıp Allah’a döndüler.”
Süreç içinde işin içine halifelik ve iktidar kavgaları girince, özellikle Selçuklu’da Sünniliği korumak, Hasan Sabbah ve benzeri dinî akımlara karşı, Nizamiye Medreseleri kuruldu. Böylece İslam ister istemez siyasallaştı, okul da siyasal bir üretim merkezine dönüştü. Benzer bir durum da Osmanlı’da Yavuz Sultan Selim döneminde yaşandı. Halifeliği tahkim etmek için Mısır’dan Ebussuud benzeri ulema İstanbul’a getirildi. Bu taife, İslam’ın daraltılmış yüzünü temsil ediyordu. Pozitif bilimlere kapıları kapatıyordu.
Dikkat ederseniz, yüzlerce yıl ömür süren bir imparatorlukta, bilim adına örnek gösterilebilecek Batı seviyesinde tek bir kişi bile yoktur. Bunu imparatorluğu karalamak ve kötülemek için söylemiyoruz. Durumu anlatıyoruz. Bu durumun tek istisnası olarak, Fatih döneminde Türkistan’da Uluğ Bey’in rasathane müdürü Ali Kuşçu ile onun gibi ülke dışından gelen bir başka astronom Takiyüddin Efendi’yi bu söylediklerimizin dışında tutuyoruz. Onların ikisi de Osmanlı mekteplerinde yetişmiş kimseler değildi.
Şimdi gelelim önceki günkü öğretmenler gününe ve mevcut hükûmetin millî eğitim politikasına.
Ne görüyoruz?
Cumhuriyetle, yani bilimsellikle bir restleşme ve geriye dönüş özlemi. Eğitim ve bilim tarihini yok sayma girişimi. Tarikatları okula sokma -ki Osmanlı devleti 1857’de Maarif Vekaleti’ni kurarak bundan vaz geçmişti- eğitimi dinî fanusa kapatma, insanı miskinleştirme, sınırları kalın ve sert çizilmiş, dolayısı ile ufku kapatılmış bir insan tipolojisi üzerinden yeni bir toplum yaratma çabası. Hâlbuki Osmanlı’yı bu zihniyet batırmıştı. Kurtaran da Tanzimat’la başlayan ve bunun aydınlığında maarif sisteminden yetişen aydınlardı.
Son olarak, insan yetiştirme düzenini bilimsel ölçütlere göre kurmayan toplumlar, emperyalizme köle olur. Örnek: Medreseleriyle ünlü, şeriatla yönetilmekle övünen bütün Arap devletleri ve benzer İslam ülkeleri. Az mı?