Hikâyeler bize ne anlatır?
Küskün Göl, Ercan Çalışkan'ın hikâye kitabının adı. Yeni çıktı (Post Yayınları, 74 s.). 14 hikâye yer alıyor.
Ercan Çalışkan bir edebiyatçı. Binlerce öğrencide emeği var. Ülke sevdalısı. Diyebilirsiniz ki, herkes yaşadığı toprakların sevdalısıdır. Herkes yaşadığı toprakların sevdalısı olsaydı, huzursuzluk olur muydu, emperyalistlerin oyununa gelinir miydi?
68 kuşağı derler, 78 kuşağı derler... Dönem dönem ayırırlar. Bu kuşaklar, sancılı, acılı kuşaklar. Silahla, ölümle, dört duvar arasıyla yüz yüze gelmiş kuşaklar...
Avrupa'da 1968'de başlayan gençlik hareketleri belli bir süre sonra duruldu, bizde ise evrile evrile devam etti.
Niye sürekli çatışmanın içinde kaldık? Niye harf yığını bir sürü örgüt hayatımıza girdi?
Türkiye'nin ne kadar önemli ve ne kadar stratejik ve ne kadar "büyük" olduğunu, sürekli saldıran, sürekli bir şeyler koparmak isteyen örgütlerin varlığından anlayın!
Eğer birliğimiz olmasaydı, eğer harf yığını maşalara karşı şuurlu tavır koyan, ölümse ölüm diyen, hapisse hapis diyen, kitlemiz olmasıydı "Türkiye" var olabilir miydi?
Ercan Çalışkan, işte bu "Türkiye"yi var eden kitlenin içinde müstesna yer tutuyor.
Hikâye, olmuş veya olması muhtemel olayları anlatan yazılardır. Bir hâdise, bir durum, bir şey belli bir çerçevede anlatılır.
Küskün Göl'de, yazarın hayatından kesitler ve esintiler yer alıyor.
Ercan Çalışkan'ın hikâyelerinde, rahat anlatış dikkat çekiyor. Yazar, zorlanmıyor, varlığını hayatın akışına bırakıyor. Okuyucu, her hikâyede, kendisinden bir şeyler buluyor. Yazar mı okuyucu, okuyucu mu yazar, ayıramıyorsunuz.
"Tadı Hâlâ Damağımda" hikâyesini önce hususiyetle çocuklarınız okumalı. Zihinde ayrı bir tat bırakıyor.
"Çığlık ve Karanlık" bir döneminin gözaltıları, işkencelerini hikâye ediyor. Baştan bir bölüm vereceğim:
"Hafta sonu... Evde kimse yok. Eşim ve çocuklar hep birlikte alışverişe çıkmışlardı. Ben koltukta pinekleyip gazete okumayı, evde tembellik yapmayı tercih etmiştim. Çayımı da demlemiştim mis gibi. Ne işim vardı alışverişte? Baştan sona didikleyebilirdim artık gazeteyi. İlk sayfa, spor sayfası derken üçüncü sayfayı açtım. Büyük puntolu bir habere takıldı gözüm: "12 Eylül öncesinin işkenceci polislerinden Enver Şişman, bir kuyumcu soygununda öldürüldü."
Enver ha, şu Enver!
-Vay vay vay! Kimler gelmiş, hoş gelmiş, sefa gelmiş?
Kim bu adam ya? Tanımıyorum ki ben bunu ama adam beni tanıyor, hem de oldukça iyi tanıyor. Yalnız sesindeki tını hoş değil. Bu hoş geldin başka bir hoş geldin! Yok, yok yanılmam ben. Emniyet Müdürlüğünün 7. katında, gecenin bu saatinde -sahi saat tam olarak kaç ki, gün ışıdı mı acaba- hem de ellerim kelepçeliyken, bu hoş geldinler hayra alamet değil. Hadi hayırlısı, her şey Allah'tan!
- Vay ki ne vay! Gökte ararken yerde buldum seni. Şimdi ben senin ananı...
Tamam işte, fazla beklemeye gerek kalmadı. Açıldı Pandora'nın Kutusu. Bakalım içinden daha neler çıkacak.
-Gel bakalım gel, gel de ben senin…
-Baş komiserim, küfretmesek!
Allah Allah, bu cümlenin sonunda çenemde patlayan balyozun beni yere sermesine neden olacak ne yaptım ki ben?
- Of, anam!"
Okumak lâzım.