‘Atatürk’ü Duygulandıran Anlar’
Savaşlara girmiş, ölüm emirleri vermiş, gözlerinin önünde askerleri şehit düşmüş, her an ölümle burun buruna bir liderin katılaştığını ve hatta hislerini kaybettiğini düşünebilirsiniz.
“İnsan” ağlar, “insan” güler, “insan” içinde umudu da umutsuzluğu da birlikte taşır. “Lider”in yüreğinde bir mesuliyet vardır. Kaygısı da doruktadır, sevinci de...
Yılların gazetecisi Hayri Köklü, Mustafa Kemal’in gözyaşı döktüğü anları derledi: “İki Damla Gözyaşı - Atatürk’ü Duygulandıran Anlar”. (Galeati Yayınları, 112 s.)
“İki Damla Gözyaşı - Atatürk’ü Duygulandıran Anlar”ın her satırı duygulandırıyor, her satırı hüzünlendiriyor, her satırı düşündürüyor.
Ülkeyi krallıktan cumhuriyete geçiren, geçirirken ölümüne vuruşan Mustafa Kemal Atatürk’e dair her şey yazıldı ama onun üzüntüleri, sevinçleri, duygulanmaları bir araya getirilmedi.
Hayri Köklü, zoru başardı; Mustafa Kemal Atatürk’ü duygulandıran anlara dair yıllar yılı topladığı dokümanları “İki Damla Gözyaşı - Atatürk’ü Duygulandıran Anlar”da topladı. Hiç öne çıkarılmamış, bilinmeyen anekdotlarla karşılaşacak, merakla okuyacaksınız.
Hayri Köklü “Kızıma” notuyla biricik kızına ithaf ettiği “İki Damla Gözyaşı - Atatürk’ü Duygulandıran Anlar”ın epigrafı William Shakespeare’in şu sözü: “Gözyaşı ile yıkanan yüzden daha içten bir yüz olamaz.”
“İçindekiler”i vereceğiz:
Mustafa Kemal Ağlıyor / Ah Selanik / İstanbul İşgal Altında / Karabekir’in Mesajı / İnönü’nün Telgrafı / Ölüm Emri / Geri Dönen Kafile / Zafer Duası / Meclis’in Açıldığı Gün /
Hatay İçin / Yahya Kemal’e Bakarken / Başka Ne Yapabiliriz ki? / Mehmet Akif ve İstiklal Marşı / Evden İzlediği Tören / Gençliğe Hitabe / Vahdettin’in Yardım Mektubu / Allah Rahmet Etsin / Saygı Duruşu / Mustafa Necati / Conker’i Kaybettik / Bekirağa Bölüğünde Kucaklaşma / Talat Paşa ve Hüseyin Cahit Bey / Anneciğim Beni Çok Bekleyecek / Annesinin Ölüm Haberi / Türk Gibi Kuvvetli / Mehmetçik’le Güreş Teklifi / Türk Çocuğu Beni Bekliyor / Bayram Şenlikleri / Mersiye / Nebile’ye Yasin’i Okuttu / Sabah Ezanı Çal Bakalım Şu Tosca’yı / Konya’daki Piyes / Şehit Çocuğu / Armağan Ettiği Yüzükler / Konya’daki İsyan / Tanrı Su Vermezse / Babalık Duygusu / Ya Çocuğumu Kaybetmiş Olsaydım? / Ülkü’ye İyi Bak / Sana Hiç Kimse Benzemez / Gel Gitme Kadın / Hiç Sevdiniz mi? / Görüyor musun Nasıl Mutlular? / Yüzünü Öpen İhtiyar / Ak Saçlı Nine / Tayını Son Kez Okşadı / Vasiyet...
***
Eserin 44 kaynakçası olduğunu belirtelim. Hayri Köklü, böyle bir çalışmaya neden imza attığını “Ön Söz”de anlatıyor:
“Şair-yazar Şemsi Belli, Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Atadan ile yapılan söyleşileri içeren 1959 yılında basılmış “Ağabeyim Mustafa Kemal” adlı kitabında, Atadan’a Atatürk’ün ağlayıp ağlamadığını soruyor; “Atatürk kolay kolay ağlamazdı. Ağabeyimin ağlaması çok ağırdı. En acı hadiseler bile onun gözünü yaşartmazdı. Annem öldüğü zaman ağladığını hatırlıyorum. O günden sonra Atatürk’ün ağladığını bilmiyorum. Çok hisli bir insandı ama iradesi de çok kuvvetliydi...” cevabını alıyor.
Evet Makbule Atadan’ın tanıklığı ve bildikleri bunlar. Fakat bu kitapta yazılanları okuduğunuzda göreceksiniz ki, bu tanıklık, hüküm vermek için yeterli değil. Atatürk’ün farklı olaylarda, yanında bulunmuş farklı kişilerin tanıklıkları da gerekli.
Bu tanıkların en önde gelenlerinden biri olan Afet İnan, şu değerlendirmeyi yapıyordu: “Atatürk derdi ki: ‘Gözyaşları zaaf alâmetidir.’ Fakat bu zaafın insan hislerinin bir göstergesi olduğuna kim şüphe edebilir? Çünkü Atatürk de bu insani zaafa boyun eğmiş ve hayatında sevinç ve keder gözyaşları dökmüştür. Hayata veda eden Atatürk için ise, bütün bir millet çoğunluğu acı duymuş ve gözyaşları dökmüştür.
Kendi tanımlamasıyla “Bizden biri” olan Atatürk’ün duygu derinliğini, çocukluk ve yakın çalışma arkadaşları, görevleri nedeniyle yanında bulunanlar ile bu kitaba konu olan olaylar sırasında o anlara tanıklık edenlerin anlattığı “hatıraları”, bunları dinleyenlerin daha sonra kaleme aldıkları anıları ile ortaya koymayı amaçladım. Bu derleme çalışması ile Atatürk’ün 57 yıllık ömründe duygularını açığa vurduğu, gözlerinin buğulandığı, dolduğu, yaş damlarının süzüldüğü anlara tanık olacaksınız.
Bu anılarla birlikte, siz de Atatürk’ün iç dünyasıyla tanışacak, şimdiye kadar belki hiç bilmediğiniz yönleriyle, yeniden tanıma imkânı bulabileceksiniz...”
***
Kitaptan iki anekdot:
VAHDETTİN’İN YARDIM MEKTUBU
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak (*), “yüksek kumandan, uzak ve derin görüşlü siyaset adamı, cesur, inkılapçı” olarak nitelendirdiği Atatürk’ün bu özelliklerine karşı çok ince hisli, acıma duygusuna sahip bir kalbe sahip olduğunu, fakat şahsını aşan memleket meselelerinde yalnız mantık ve şuurunu harekete getirdiğini ifade ediyor. Soyak, “Hem müşfik hem de hislerine hâkim oluşu, bazılarına şahsında tezatları birleştirmiş gibi görünürdü. Halbuki bu, ondaki tam muvazene mükemmeliyetinin eseriydi. Buna misal olarak şahidi bulunduğum bir vakayı anlatacağım” diyerek şöyle devam ediyor:
“Çankaya’daki eski köşkte bir ilave inşaat yapılıyordu. Kendisi sonradan yanan üç odalı bir binada ikamet ediyordu. Birkaç günden beri devam eden yağmurdan dam akıyordu. Bulunduğu odaya girdim. O günkü evrakı takdim ettim ve çalışmağa başladık. Evrak arasında Mısır’dan eskiden tanıştığı bir Osmanlı paşasından bir mektup da bulunuyordu. Paşa mektubunda, San Remo’ya gidip Vahidettin’i ziyaret ettiğini ve mükaleme (karşılıklı konuşma) esnasında, Vahidettin’in Atatürk’ten sitayişle, hürmetle bahsettiğini hikâyeden sonra, Vahidettin’in sözlerinden hal ve tavırlarından maddi sıkıntıda olduğunu, yardıma ihtiyacı bulunduğunu anladığını bildiriyor, muavenette (yardım) bulunulmasını rica ediyordu.
Ben bu mektubu okurken Atatürk başını, solunda bulunan pencereye çevirmiş -Ben masanın sağında idim ve yüzünü göremiyordum- dikkatle dinliyordu. Bu arada, birkaç defa, derin derin göğüs geçirdi. Mektup bitip de başını çevirdiği zaman gözlerinin dolu dolu olduğunu gördüm. Öylece bir an durdu, sonra bana, ‘Gördün mü dünyanın halini çocuk, nerede o haşmet, nerede o azamet, nerede o saltanat… Şimdi hepsinin yerinde yeller esiyor. Hiçbir şeye güvenilemez. Bundan dolayı hayatta daima ve çok ölçülü olmak lazımdır!’ dedi. Ve bir müddet düşünceye daldı. Çok müteessir olduğu her halinden belli idi. Nihayet bu zaaf ve merhamet hislerine hâkim oldu, tekrar söze başladı:
‘-Nasıl yardım edilebilir? Benim şahsi servetim yok. Devlet hazinesi de fakir. Memleketin en mamur yerleri de bilhassa son hayat memat mücadelesinde harap oldu. Bu itibarla, zengin de olsa devlet hazinesinden yardıma hakkımız yok. Diğer taraftan bahis mevzusu olan zatın hataları yüzünden, vatan ve hak müdafaası için boğuşmak mecburiyetinde kalarak şehit olan memleket evladının yetim bıraktığı yüz binlerce devlet yardımına muhtaç insan var. Binaenaleyh bu bahsi bırakalım çocuk… Yalnız mektubu bir vesika olarak suret-i mahsusada hıfzediniz.’ buyurdu. Öyle yaptım; bu mektubu, zarfı ile bir ikinci zarfa ve üzerine “Suret-i mahsusada hıfzı emir buyurulmuştur.” kaydını koyarak hususi kaleme tevdi ettiğimi hatırlıyorum. (Hasan Rıza Soyak. Yakınlarından Hatıralar, Sel Yayınları, 1955) (s. 43-44)
***
NEBİLE’YE YASİN’İ OKUTTU
Atatürk’ün dini hissiyatına ışık tutacak önemli anlardan birini Çankaya Köşkü’nün daire memuru Nazım Kaleli’den (*) aktaralım:
“Atatürk’ün manevi evlatlarından 14-15 yaşlarında Nebile adlı bir kızı vardı. Bu kızcağız bir konuşma esnasında bana, ‘Ben, Yasin-i Şerif’i ezbere hiç yanlışsız okurum’ demişti.
Tesadüfen bu sözleri duyan Atatürk, ‘Ya, öyle mi kızım Nebile?’ dedi. Eğer bu sözlerin gerçek ise bana ispat et de görelim bakalım…’ Atatürk’ün kütüphanesinde hem Arapça hem de Türkçe tefsirli Kur’an-ı Kerim vardı. Ata, bu Kur’anlardan Arapça olanı getirtti. Yasin süresini açarak, ‘Haydi oku bakalım kızım, seni dinliyorum’ dedi. Nebile, besmele çekip, yanık bir sesle Yasin-i Şerif’i okudu. Atatürk de sonuna kadar, elinde Kur’an’la onu takip etti…
O sırada Ata’nın hislendiğini nemlenen gözlerinden anlamıştım. (Nazım Kaleli, Atatürk’ten Hatıralar, Hayat Tarih Mecmuası, Sayı:1, 1 Şubat 1970, s. 31-32.” (s. 72)