Yeni egemenlik; yeni anayasa...
Egemenlik...
Kapsamı geniş, içeriği yüklü bir kavram. İçeriği geniş çünkü filozoftan filozofa anlam kazanıyor. Aynı zamanda kuşatıcı. Nefes aldığımız atmosfer nasıl oksijen alanımızı belirliyor ve aynı zamanda da bizi kuşatıyorsa egemenlik de öyle kuşatıyor.
Sınırlarımızı o çiziyor.
Siyasal alanın rol dağılımını ona göre yapıyoruz.
Eğer egemenlik mutlak iktidarın demişseniz vay geldi başınıza demektir. Bu, egemenlik tek kişinin elinde ve siz onun yönetimi altında yaşayacaksınız anlamına gelir. Özgürlükleriniz o tek olana bağlıdır. O nasıl uygun görürse öyle davranacaksınız, o nasıl isterse öyle yapacaksınız demektir. Kanun onun istediği gibi çıkacak, mahkeme onun düşündüğü gibi düşünüp karar verecek. Ondan gayrı her kim varsa ona uyacak ama o kimseye uymayacak.
Çünkü o mutlaktır.
Unvanı ülkeden ülkeye değişir Avrupa’da kraldır; Asya’da ve bizde padişah.
Mutlakıyete göre monarşi, size biraz kolaylık gösterilmesine izin verir. Eğer İngiltere gibiyseniz ve monarşiyi sembolikleştirmiş, kral ve kraliçenin rollerini göstermelik hale getirmişseniz kısacası demokrasinin içinde sembolik bir krallık yaşatıyorsanız, özgürlükleriniz demokrasi niteliğine bürünebilir. Değilse monarkların size tanıyacağı alan da oldukça sınırlıdır.
Bizde mutlakıyetin kırılma noktası 1808 Sened-i İttifak anlaşmasıdır. Merkezî, kesin, buyrukçu yönetimin taşralı küçük monarklarla iktidar gücünü paylaşmasının tarihidir bu.
Alemdar Mustafa Paşa III. Selim’in öldürülmesinden sonra her ne kadar merkezi idareyi ele geçirdiyse de daha sonra taşra ayanına söz geçiremeyince, onlarla anlaşma mecburiyeti doğdu, böylece siyasal tarihimizde mutlakıyet geri adım atmış oldu. 1908’e gelindiğinde ise monarşi ile tanıştık. 1876 Kanun-u Esasisi (ilk anayasamız) yeniden nüks etti. Artık bir parlamentomuz, içinden çıkan bir hükümetimiz ve en üstte de padişahımız efendimizin bulunduğu bir siyasal sistemle yaşamaya başladık.
1876 Anayasası bir arayışın sonunda ortaya çıkmıştı. Rejim değiştikçe ihtiyaçlar da değişiyor. Bir başka anlatımla değişen şey, kendi eşyalarını da yanında getiriyor. 1808’den 1876’ya gelinceye kadar ne büyük yıkımlar ve değişimler yaşadık.
Hatırlayın lütfen.
1839 Tanzimat Fermanı. Batılılaşmanın resmi tarihidir.
1856 Islahat Fermanı ise, azınlıklara verilen haklarla tanınan bir belge olmanın ötesinde aynı zamanda Tanzimat’ın yetersizliklerine karşı geliştirilen siyasal değişim belgesi olarak anlatılır. 20 yıl sonra 1876’da artık bir anayasa elbette gerekecektir. Anayasalı toplum olmamız fazla sürmese de, 1908 Meşrutiyet darbesi eskisini geri getirerek durumu düzeltmiş olacaktır.
Bitti mi? Ne gezer!..
1908’den sonra, 1921, 1924, 1961, 1982 anayasaları ile süreç devam ediyor.
1908 Anayasası dâhil öncekilerde millet ve milli egemenlik kavramı boş ve anlamsızdı. “Milli Egemenlik” ve “Millet” kavramı 1921 Anayasası ile siyasal literatürümüze girdi.
Böylece mutlak egemenlikten, kısmen yumuşatılmış monark egemenlik anlayışına, oradan anayasal sisteme dönüşen milli egemenlik toplumsal yaşamına geçtik.
Egemenlik dediğimiz şeyin niteliklerini, boyutunu anayasa belirler. Özgünlüklerimizi tayin eden, bizi kime ve neye karşı sorumlu kılacağını açıklayan gene anayasadır. İşte bu sebeple anayasa herhangi bir toplum için sözleşme niteliğindedir.
Rousso’dan, Bodin’e, oradan liberalizmin öncüsü Jhon Lock’a kadar tüm aydınlık zekânın birleştiği nokta burasıdır: Toplum olmak sözleşmiş olmaktır. Bizde halen yaşanan süreçte görüldüğü gibi toplum sözleşmesini rafa kaldırmak demektir. Böyle olduğu içindir ki anayasa ve onun getirdiği yeni egemenlik anlayışı (yeni anayasa) tartışılmaya devam edecektir.