Yanlışlara alıştık, olması gerekeni alkışlıyoruz
Fransızların meşhur bir atasözü vardır: "Kanunların değeri, hakimlerin değeriyle ölçülür." İşte, bu sözün doğruluğunu teyit ettiğimiz bir hafta daha geçirdik.
Merakla takip ettiğimiz Kavala Davası nihayet sonuçlandı. Kavala ve diğer Gezi'ciler hakkında beraat kararı çıktı.
Ancak henüz 6.5 saat geçmişti ki, Osman Kavala, daha tahliye dahi edilemeden, 15 Temmuz darbe soruşturması kapsamında gözaltına alındı ve tekrar tutuklandı. İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Edip Şahin, beraat kararına itiraz etti.
Öncelikle şunu söylemeliyim ki, bu davada, son yıllarda yargıda gördüğümüz tüm problemler cereyan etti. Teorik hukuk bilgisi açısından ezber bozan bir süreç yaşandı:
- Yargılama devam ederken mahkeme heyetinin -tahliyeden taraf olduğu söylenen- iki üyesinin değiştirilmesi,
- Somut deliller olmaksızın tutuklama tedbirinin uygulanabilmesi,
- İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi'nin (İHAM) "derhal tahliye" kararının, bu karardan sonraki ilk duruşmada dikkate alınmaması,
- 18 Şubat'ta Kavala hakkında her ne kadar beraat kararı verilerek, İHAM kararına uyulmuş görüntüsü verilse de arka planda 15 Temmuz'a dair davalarda Anayasa Mahkemesi kararlarını bekleyen İHAM tehdidini saf dışı bırakarak tutukluluğun başka dava çatısı altında sürdürülmesi, (moda olan tabiriyle; adeta sistemin "bug"ından (hatasından) yararlanılması)
- 4 ay önce "lokantada yemek yerken biriyle karşılaşıp sohbet etmek" 15 Temmuz darbe girişimi nedeniyle tutuklamak için "kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delil" sayılmazken ve ilgili suçtan tahliyesine karar verirken, dört ay sonra aynı sebeple tekrar tutuklanabilmesi,
- Cumhurbaşkanının açıklamaları ile paralel olarak, yargı kararlarında farklılaşmalar olması,
- Ve belki de bu süreçte hepimizin hukuksal güvenliği hakkında önemli bir tehdit teşkil eden hamle: Hakimler ve Savcılar Kurulu'nun beraat kararını veren mahkeme heyeti hakkında inceleme başlatması.
Tüm bunlar, yargının bağımsızlığı ve hukuk devleti ilkesi açısından kabul edilebilir uygulamalar değil.
Bir dönem Ergenekon Davasında gördüğümüz, hukuk devletinden, adaletten ve hakkaniyetten uzak uygulamalar, bugün başka davalarda ancak yine aynı yansımalarla görülüyor ve biz yine yargının bağımlılığından, hukukun ayaklar altına alınışından dem vuruyoruz.
Ancak Anayasamızın 138'inci maddesi, hiçbir organ, makam, merci veya kişinin, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere veya hakimlere müdahale edemeyeceğini, hiç kimsenin mahkeme ve hakimlere emir ve talimat veremeyeceğini, tavsiye ve telkinde dahi bulunamayacağını açıkça yazıyor. Ayrıca yasama ve yürütme organları ile idarenin, mahkeme kararlarına uymak zorunda olduğunu; bu organlar ve idarenin, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremeyeceğini ve bunların yerine getirilmesini geciktiremeyeceğini belirtiyor.
Ezcümle, devlet ve devleti yönetenler dahil herkesin mahkeme karşısında boynu kıldan ince.
Bu nedenle ki, gezi davası hakkında ve artık az sayıda karşılaştığımız iktidarın çıkarlarına veya söylemlerine ters düşen mahkeme kararlarını veren hakimler için "cesur" nitelemesini yapmak oldukça tuhaf. Neticede, bir doktora mesleğini icra ettiği için 'cesur doktor' ya da bir mühendise, bir çöpçüye, bir öğretmene mesleğini icra ettiği için 'çok cesursun' diyor muyuz?
Hukukun evrensel ilkelerine bağlı, hukukun üstünlüğünü düstur edinen her hukukçu, zaten tarafsız bir şekilde karar vermek zorunda.
Oysa bugün gelinen noktada yürütmenin yargıya müdahalesini öyle kanıksadık ki, Kavala hakkında hiçbir delile dayanmaksızın yapılan tutuklamayı ve suçlamaları kaldıran beraat kararı hepimizi şaşırtırken, kısa sürede tekrardan başka gerekçeyle tutuklanması bizi beraat kararı kadar şaşırtmıyor. Hatta başsavcı tarafından yapılan beraat kararına itirazın da olumlu sonuçlanmasına ihtimal veriyoruz.
Bugünün Türkiye'sinde, yanlışları kanıksadık, olması gerekeni alkışlar hale geldik.