Türk’ten ne istiyorsun be adam! (2)
Ak Parti iktidarının güçlü destekçisi Milliyetçi Hareket olmasa, Türk’ün üzerine daha fazla gidecekler. Geçmişten biliyoruz. “Türk” adını silmek için öyle hamleler yapmışlardı ki...
Sonunda bana “Türk Adını Silme Planı”nı yazdırdılar. Bu çalışmamızda ne yapmak, nereye varmak istediklerini ortaya döktüğümüzü biliyorsunuz.
Selahaddin E. Çakırgil’in “Türk”e son saldırısı üzerinde duruyoruz. Zat-ı muhterem kırık plak gibi. Aynı sığlıkla defalarca “Türk”e yürüdü. Her defasında önünü kestik.
Mustafa Kemal Atatürk üzerine, kanunların sınırlarını zorlayarak gelebildiği kadar gelen Selahaddin E. Çakırgil’in Mustafa Kemal’in “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözüne takmış kafayı. (Mustafa Kemal “Ne mutlu Türk olana” demiyor; “Ne mutlu Türk’üm diyene” diyor. Siz “Türk’üm” demeyebilirsiniz ama “İslâm”ı çarpıtarak insanlarımızı zehirleyemezsiniz.
Millî Mücadele döneminin şartlarını bir inceleyin. Önce Millî Mücadele’ye gelinene kadar hangi safhalardan geçildiğini, adım adım nasıl “Türk”e odaklanıldığını bir görün. Ben inceledim. Defalarca yazdık. Belki göz atmışsınızdır. O dönemde yayınlanın binlerce sayfa dergiyi yeni harflere aktardık. Ve Türk’ün nasıl merkez olduğunu, biz de adım adım takip ettik. Üstelik o dönemin kitabını da yazdık.
26 Ağustos 1071 Malazgirt Zaferi’ni kazanan Türk ordusunun başında Alp Arslan vardı. Adamımız, daha önce onu ufaltmıştı. 30 Ağustos 1922 zaferini kazanan ordunun başkomutanı Mustafa Kemal Paşa üzerinden ufaltıyor. Anadolu’yu vatan edinme ve Anadolu’da tutunma zaferlerini Türkler kazanmadı! Zat-ı muhterem “Türk” iradesini yok sayıyor. (Selahaddin E. Çakırgil,“Bir ‘zafer' üstüne kurulan ‘Irkçı vs. gayri insanî dışlayıcı yaklaşımlar'dan kurtulmak zarûreti...”, Star, 1 Eylül 2023)
***
İlahiyatçı-felsefeci Prof. Dr. İsmail Yakıt, “Türk”ü İslâm zaviyesinden ayrıntılı incelemiştir. Hocamız, Ankara’da İlâhiyat Fakültesi’ni bitirdi. Doktorasını Fransa’da Paris Sarbonne Üniversitesi’nde verdi. Batı düşüncesini de iyi bilir.
“Türk Kavramının Tarih Boyunca Geçirdiği Çileli ve Hazin Serüven” başlıklı tebliğinde tam manasıyla Türk’ün çilesini ortaya koymuştur. (Tebliği, 13. Uluslararası Türk Dünyası Sosyal Bilimler Kongresi, 28-30 Ekim 2015, Bakü/Azerbaycan’da sundu. Bildiri kongre kitapçığında ve Türk Dünyası Araştırmaları’nın C. 111, S. 219, 2015’teki sayısında da yer alır.)
Prof. Dr. İsmail Yakıt’ın makalesinden “Türk”ü takip edeceğiz:
-Kaşgarlı Mahmut (1008-1105), Divanu Lügati’t-Türk’te, Türk adının Türklere bizzat Tanrı tarafından verildiğini belirtir ve bu konuda hadis olduğunu söyler: “Yüce Tanrı: ‘Benim bir ordum vardır, ona Türk adını verdim, onları doğuya yerleştirdim. Bir ulusa kızarsam, onları o ulus üzerine musallat kılarım’.” demiştir. (Kaşgarlı, 1986, I/351)
- İdris Bitlisî’nin asırlar sonra “Türk kelimesine nazire olsun diye Kürd kelimesine de ‘güçlü, kuvvetli’ anlamı yüklemesi lengüistik bir veriye dayanmamaktadır. İdris Bitlisi kürd kelimesiyle gurg/kurt kelimesini karıştırmış ve bilerek bir anlam saptırmasına tevessül etmiştir. Kendisi Kürd asıllı olmakla birlikte eserini Farsça yazmış birinin bu farkı görememiş olması mümkün değildir.
-Selçukluların ilk dönemlerinde Oğuz yerine Türkmen kullanılmaktaydı. Daha sonra o da terk edilmiş, Türkmen ve Türk kavramları artık hakaret içeren kavramlar olmuştur. Osmanlılar ekrâd (Kürtler) kelimesini “dağlı, göçebe” karşılığı kullanırken; etrak (Türkler) kelimesini de “köylü, çarıklı” anlamında tahkir olarak kullanmışlardır.
-İslâm dünyasında ahlâk felsefesiyle nam yapmış İran asıllı düşünür İbn Miskeveyh (940-1030), “El-Fevzü’l-Asgar” isimli Arapça eserinde canlıları taksinomik anlamda bir tasnife tabi tutarken, insanın en aşağı mertebesiyle hayvanlar âleminin en üst mertebesinin aynı çizgi üzerinde olduğunu belirtir ve “Yeryüzünün en ücra köşelerinde, Kuzey ve Güney gibi en uç noktalarında bulunan Türkler ve Zenciler gibi topluluklar buraya dâhildir” demektedir. İbn Miskeveyh, Tehzibu’l-Ahlâk isimli bir diğer eserinde de benzer ifadeler kullanarak der ki: “Bu mertebelerin hayvan ufkunun sonuyla birleşen insan ufkunun ilk derecesinde olanlar, medenî dünyanın dışında kalan Kuzey ve Güney bölgelerinde iskân eden; tıpkı, Ye’cüc ve Me’cüc beldelerinden Türkler ve maymunlardan çok az bir üstünlükle ayrılan milletlerden zenciler ve onlara benzeyenlerin ötesinde olan topluluklardır.”
-İbn Miskeveyh’ten esinlenenler çoktur. Kendisinden sonra yazılan ahlâk kitaplarında onun bu görüşü, maalesef tekrar edile gelmiştir.
-Türklerin gerek İranlı ve gerekse Arap müfessirleri tarafından kaleme alınan Arapça kaynaklarda Ye’cüc ve Me’cüc olarak görülmeleri ve bu iki sembolik kavram üzerine pek çok hurafe uydurmaları ve Türk müelliflerin de bunları gerçek zannederek eserlerinde bahsetmeleri anlaşılır gibi değildir. Mesela İran asıllı Beyzavî (öl: 1286)’nin “Envâru’t-Tenzîl” isimli kısaca “Beyzavî Tefsiri” denen tefsirinde Ye’cüc’ün Türkler, Me’cüc’ün de dağlılar olduğunun söylendiğini belirttikten sonra “Yeryüzünde fesat çıkarırlar” (Kehf, 18/94) ayetini bu doğrultuda tefsir eder ve der ki: “Yani arzımızda katliamla, tahrifatla ve yeşilliği itlaf ederek ifsat ederler. Denildi ki, onlar ilkbaharda ortaya çıkarlar, yeşilliği yemeden terk etmezler ve kurularını da götürürler ve denildi ki onlar insanları da yerler.”
-İslâm dünyasındaki evrimci düşüncelerden istifade etmiş olan C. R. Darwin (1809-1882), aşağı ırk konusunda da İbn Miskeveyh’ten esinlenmiştir. Onun Batı dillerine çevrilen kitaplarından istifade eden Darwin, Türkleri de tıpkı İbn Miskeveyh gibi, hayvana yakın bir aşağı ırk olarak göstermekten çekinmez.
-İngiltere’de başbakanlık da yapmış olan ve I. Dünya Savaşı’nda Savaş Bakanı olarak görev yapan Sir Winston Churchill (1874-1965), İngiliz arşivlerine göre, Çanakkale savaşları esnasında, “Türklere karşı zehirli gaz kullanalım.” teklifinde bulunmuş, ancak bu teklife karşı çıkarak itiraz eden İngiliz yetkilileri “Bu bir insanlık suçu olur.” deyince, Churchill şu cevabı verir: “Ama Türkler insan değil ki! Medeni olmayan (barbar) milletlere karşı gaz kullanılabilir.”
-Osmanlı’nın millî bir yapı olmadığını siyasî bir yapı olduğunu, kozmopolit bir yapı olduğunu bilmemiz gerekir. Arap, Acem, Arnavut, Slav, Boşnak vs. hep kendilerinin ne olduğunu söyleyebiliyor ancak Türkler, Türklüklerini gizliyordu. Çünkü eğitim Araplaşmış ve Arapçalaşmış idi. Arap kaynakları, Türklerden Kur’ân’da yerilen“Ye’cüc Me’cüc” olarak bahsediyordu.
-Osmanlı padişahları içinde Türklüğünün farkında olan ve onunla övünen bir diğer padişah (ilki Genç Osman) II. Abdülhamit (1842-1918)’tir. Abdülhamit Türk’tü ve Türklüğünün farkındaydı. Onun bilinmeyen yönlerinden birinin Türklük şuuruna sahip oluşudur. Tarihî bilgisi de derindi. Saltanatının daha ilk yıllarında Buharalı Şeyh Süleyman Efendi’yi Türkler ve Türkmenlerle temasa geçmesi için resmi bir vazifeyle Orta Asya’ya göndermiştir. Süleyman Efendi, Çağatay lehçesiyle yazdığı manzum mukaddemede “Hem seyahatle sefaret kıldum/ Türkmenün hâlini bir bir bildüm/ Cins ü mikdarını defter kıldum” diye yazar. Şeyh Süleyman Efendi Peşte’de toplanan Turan Kongresine II. Abdülhamid’i temsil etmiştir. Bundan bahsederken de “Cümle bir bir gelüben el öptü/ Türk dip alkışla kıyamet koptu” demektedir.
-Son padişah Vahîdettin, Mısır’da çıkan El-Ehram gazetesinin 16 Nisan 1923 günkü sayısında Osmanlıca ve Arapça çıkan bildirisinde: “Türkler dini, kavmiyeti, vatanı meşkûk ve mahlût beş-altı milyonluk bir kitledir” demiştir. Yani Türkler dini, soyu sopu belirsiz, karışık bir cahiller sürüsünden ibarettir demek istemiştir.
-1912 yılında Sebilürreşad dergisinde çıkan yazılarda “Türk” kelimesinin kullanılması dinsizlik, kâfirlik sayılıyor, “Türk hükümeti, Türk ordusu, Türk ülkesi” deyimleri rahatsızlık yaratıyordu. 1913 tarihli “Mecmua-i Ebuzziya”nın 94. sayısında “Bizim Türklüğümüz sembolizmden başka bir şey değildir. Bizler, yani Türkler Müslümanlık içinde erimişizdir. Türk falan değil, sadece Müslüman’ız. Buharalı Hünkârlar bile kendilerini Türk saymazlar. Zira onların ecdadı da vaktiyle Türkistan’ı zapt etmiş olan Araplardan başkası değildi” demektedir.
-Babanzade Ahmet Naim (1872-1934), “İslâm’da Dava-yı Kavmiyet” adlı kitabında, Türk tarihini araştırmanın, öğrenmenin lüzumsuz olduğunu, asıl olanın İslâm mücahitlerini öğrenmek gerektiğini savunur.
***
Selahaddin E. Çakırgil ve gibileri, maalesef epey yekûn tutuyor. O tipler “Osmanlı”yla yatıp kalkarlar, II. Abdülhamit’i “Ulu” sıfatını eklemeden anmazlar ama onun “Türk’üm” demesini, Turan toplantısına temsilci göndermesini ve hususiyetle ilk Meclis-i Mebusan’da gayrimüslim mebusların Türkçe konuşmalarını şart koşmasını hiç akıllarına getirmezler, getirmek istemezler.
Sözüm ona İslâm kaynaklarında “Türkler” ecinni gibi gösteriliyor ya... Bunu İslâmî anlayış sanıyorlar.
“Türk”ü yok edebilseler, zil takıp oynayacaklar.
Ey Selahaddin Eş! Artık Türk’le uğraşma... Türk’le uğraşman, “düşman”a hizmettir. “Düşman”a hizmetin bir bedeli vardır, Her seferinde yüzünüze vurulacaktır. Bunu böyle bilin.