Türkçeye vâkıf olmak
Recep T. Erdoğan’ın konuşma metinlerini yazan danışmanları, ona fikir verenler neden hep keskin kılıç? R. T. Erdoğan’ın mizacının yansıması mı? Yoksa “Cahil cesurdur.” tavrı mı?
Ak’la kara arasında gidip geliyorlar. Çok kere peşin hükümlüler.
Ne demek “Bilim yapmaya müsait dilimiz bir gecede yok oldu” ?
R. T. Erdoğan, 24 Aralık’ta 49. TÜBİTAK Bilim, Özel ve Teşvik Ödülleri Töreni’nde konuştu. Analitik bir değerlendirme yapabilir, ilimden bahsedebilir, meselâ; “İlmî çalışmalarda neden İran’dan daha gerideyiz?” diye sorabilir ve sebepleri üzerinde herkesi düşünmeye, araştırmaya çağırabilirdi. Mizacı bunları söylemeye pek elverişli olmadığı için, ilim adamlarına ses tonunu biraz yükselterek: “Ne istediniz de vermedik ki, üretmiyorsunuz?!” dese dahi kabulümüzdü!
R. T. Erdoğan diyor ki: “Şu anda Türkçenin mevcut kelime hazinesiyle felsefe yapamazsınız. Ya Osmanlıca ya da İngilizce, Almanca, Fransızca kelime ve kavramlara başvuracaksınız. Bu sorunlar devlet eliyle değil bilim insanları eliyle aşılacak sorunlardır.”
R. T. Erdoğan, Türkçe üzerine konuşuyor ama şu 3 cümlesi de problemli... Burada “kelime hazinesi” değil, “kelime haznesi” demeliydi.
İkinci cümlede “ya” edatıyla sıralama farklı kurulmalıydı. Üstelik “Osmanlıca” denilerek başka bir dilden bahsedilmiş oldu. Eğer, diğer dillerle sıralanmasaydı, “Osmanlıca”dan, Osmanlı Türkçesi dendiğini düşünebilirdik.
Üçüncü cümlede “sorun” kelimesini iki yerde kullanmış. Ayrıca “Sorun” uydurma bir kelimedir. Cümle başka şekilde kurulmalıydı. O da modaya uymuş, “bilim insanları” demiş. “Bilim adamları” demeliydi. “Adam” , her iki cinsi içine alır.
R. T. Erdoğan, bir ara, Nihat Sami Banarlı’nın “Türkçenin Sırları” kitabından sitayişle bahsetmişti. Türkçenin sırlarına vâkıf olmak için çaba gösterilmelidir.
Şunu hiç aklınızdan çıkarmayın: Mustafa Kemal’in başlattığı değişiklikler, bir gecelik değişiklikler değildir. Osmanlı döneminden tartışılan ve olması istenen değişikliklerdir. Ayrıntıya sonra gireriz. “Osmanlıcayla felsefe yapma” meselesine gelelim.
İbn Haldun’a kafa yorarken, geçmişte (Osmanlı dönemi) yayınlanan Mukaddime tercümelerine bakmıştım. Tercümeye eski şeyhülislâmlardan Pîrîzâde Mehmed Sâhib (1674-1749) başlamış, tarihçi, devlet adamı Ahmed Cevdet Paşa (1822-1885) bitirmişti.
Eğer felsefe bu iki ünlü ismin “Türkçesiyle” yapılacaksa kimse zahmet etmesin. Onların kullandığı dile “Türkçe” denilemez. Onların “Türkçesi”ni öğreneceğinize gidin Arapça öğrenin, gidin Farsça öğrenin... Hiç olmazsa kaideli, ilme de, felsefeye de, edebiyata da uygun dilleri kazanmış olursunuz. Zaten ağdalı Türkçeyi öğrenebilmeniz için önce Arapça ve Farsça öğrenmeniz gerekir. Dönemin yazar ve şairleri, Arapça, Farsçayı bilmeselerdi öyle ağdalı bir dil kullanabilirler miydi? Bu dilleri bilmeyenler, Arapça ve Farsça kelime ve terkipleri kullanmaktan geri kalmamak için kelime listeleri yapar, o kelimelere bakarak yazılarını, şiirlerini yazarlardı. Servet-i Fünûncuların bazılarının terekelerinden kelime listeleri bile çıkmıştır!
Elimizin altında bir hazine yatıyor: Osmanlı Arşivi. Sıkıntıları iki yazıda işledik. Türk Büro Sen’den bilgi geldi: Millî Arşiv Kanunu, Meğer 2007 yılından beri TBMM’de, görüşülmeyi bekliyormuş. Sonra bahsedeceğim.