Sözün bittiği yerde miyiz?
"Sözün bittiği yerdeyiz" lafı tam da şimdinin, şu anın, içinde bulunduğumuz atmosferin ifadesidir... Böylesine rahatsız edici bir durumla ülke olarak hiç karşılaşmadık.
Bir tarafta ülkenin en tepesinde bulunan hepimizin zor zamanlarda kendisine sarılmayı, medet ummayı beklediği Cumhurbaşkanının "400 vekil alınsaydı bunlar olmazdı" lafı, öte yandan önemli bir kısmı Türk etnik seçmen tarafından desteklenerek parlamentoya girmiş bulunan bölücülerin resmi partisi, çok daha beride ülkeden çok iktidarı korumayı kendisine şiar edinmiş yandaş basın...
Ve bütün bu karmaşadan aralık bulup kendisine yol bulan PKK terör örgütü..
Cizre Belediye Başkanı Leyla İmert, İngiltere'de gazetelere "Cizre'de Türkiye karşı iç savaş yürütüyoruz" açıklamasıyla durumu özetlemiş aslında.
"Türkiye'ye karşı bir iç savaş yürütülürken, Leyla İmert ve benzerleri neden halâ belediye başkanı" sorusunun cevabı yok...
Türkiye'de her şey kendisiyle çelişkili zaten.
Bir iktidar milletvekili, yanında partisinin taraftarlarıyla gazete binası basarken, böyle bir tahammülsüzlük, taraftar basının gündeminde kahramanlık olarak yer almakta ve demokrasi de hukuk devleti de hazımsızlığın kurbanı olmaktadır.
Söz gerçekten bitmiştir...
Herkese soruşturma, kovuşturma sürerken, Belediye Başkanı İmert'in söylediği gibi "iç savaş" birbirinden değerli vatan evlatlarını şerefli ve yürekli bir dövüşle değil, sinsice, kahpece tuzaklarla aramızdan alıyor...
Böylesine puslu bir havadan medet uman ve mutlaka seçim kazanmanın hesaplarını yapan AKP ise samimi olduğundan endişe duyacağımız timsah gözyaşları döküyor. Mesela Başbakan, Dağlıca'da asker can derdinde tuzağa düşürüldüğü sırada yanında yaşı oldukça küçük, yetişkinler gibi spordan gerçekçi bir anlam çıkaracağı şüpheli bir şehit çocuğu ile maç izliyor ve bunu Türkiye'ye gösteriyor. Açıkça bir seçim mesajı vermiyor mu?..
Çok daha önemlisi Türkiye'de herkes samimiyet sınavından geçmiş olmuyor mu sizce?
Eğer terörü bitirip çözme işini rejim değişikliğine ve bunun için de gerekli olan 400 milletvekiliyle tam teşekküllü bir iktidar isteğine bağlıyorsanız, elbette birileri sizin samimiyetinizden şüphe edecektir.
Sizi kınayacaktır. Yargılayacaktır...
400 milletvekili ve sonrasında getirmeyi umduğunuz yeni rejimle anayasayı değiştirerek terörü nasıl çözeceksiniz?
Ülkenin bir kısmını bölerek veya eyaletlere ayırarak mı?
"Hayır" diyorsanız nasıl? "Evet" diyorsanız ülkemizi eyaletlere böldürmediğimiz için mi pusulara kurban gidiyoruz?
Bir de ötekiler var: Her fırsatta "barış, barış" diyerek "silahların susmasını" isteyen DTP, Dağlıca'da, Iğdır'da yollara mayın döşeyip, uzaktan kumandalı bomba yerleştirerek, tuzak üstüne tuzak kurarak mı barışı, ülkenin geri kalanıyla kardeşliği sağlayacak? Yoksa "Cizre'de isyan çıkararak" bunu ülke geneline yaydıktan sonra Türkiye'yi bölerek mi?
Bunca kalleşlikten sonra sizi nasıl affetmemizi umuyorsunuz?
"Barış sürecini buzdolabına koyanlar suçludur" diye açıklayan DTP Eş Başkanı Figen Yüksekdağ'a da sormak lazım: Buzdolabına konulanın içinde ne verdiler ki bu derece önemsiyorsunuz?
Bölünmüş Türkiye Kürdistan mı?
"Olaylardan iktidar sorumludur" diyen, muhalefeti DTP ve PKK ile aynı torbaya koyarak iktidar karşıtlığı üzerinden kendi okuyucusunu yanıltan, hemen her şeyi paralel yapı ile Aydın Doğan medyasına yükleyen yandaş basın ise basın tarihinin en büyük çarpıtmalarına şampiyonluk etmektedir.
DTP'liler "buzdolabına koydunuz. Siz sorumlusunuz" derken, yandaşların partisi ve iktidarının kendilerine verdiği tavizi geri almaya çabalıyor. Barıştan kastı da bu. Muhalefet ise, gerçeği söylüyor... Muhalefet, "tavizlerinizle hem PKK'yı, hem DTP'yi büyüttünüz. Olaylar bunun sonucunda meydana geliyor" diyor... Nitekim Cumhurbaşkanının kendisi de daha birkaç gün önce bir televizyon kanalında açılım sürecinde büyüdüklerini söylemedi mi? O da mı Aydın Doğan, DTP, Paralel Yapı cephesinden?
İşte sözün bittiği yer; çelişkilerin, gerçeklerin yerine geçtiği durumdur.