Sevr imzalanmadı diyenlere!
10 Ağustos 1920'de Sevr Antlaşması imzalanmıştı. Yüzyıl geçti, hâlâ sevr'i "temiz"e çıkarmak için çabalayanlar var.
Şu anda kaç cephede açık ve örtülü savaşın içindeyiz. Anadolu'nun doğusunda, Suriye'de, Irak'ta, Libya'da, Doğu Akdeniz'de, Azerbaycan-Ermenistan'da... Bir de kendi içimizde lüzumsuz çekişme. Öyle bir çekişme ki, dış düşmanı aratmıyor. Hükûmet edenler, kendilerine bey'at (biat) etmeyenleri açık açık düşman görüyor.
Sevr'i padişah imzalamamıştı; dolayısıyla yürürlüğe girmemişti, diyerek padişahlık, halifelik, Osmanlılık savunulamaz. Meseleyi M. Kemal'e getirip toptan silmek istiyorsanız, kaybeden padişahçılar olur. Yenilgiyi kabul edin ve geçmişin kirliliğini, ihanetini bir tarafa bırakın. İster "Atatürk"ü tenkit edin, ister rejimi, ister inkılâpları… Bu herkesin hakkıdır. Ama padişahı temize çıkartacağız, diye tarihi çarpıtmayın.
Sevr Antlaşması, Birinci Dünya Savaşı'nın neticesidir. Mondros Mütarekesi sonrası imzalanmıştır. Lozan Antlaşması'yla hiç karıştırmayalım. Sevr Osmanlı Devleti'nin sonudur. Lozan Antlaşması ise, Sevr'de kaybedilenleri alma antlaşmasıdır. Mustafa Kemal her iki antlaşmayı Nutuk'ta bir bir karşılaştırır, Sevr'de kaybedilenlerin, Lozan'da alınanların dökümünü verir. (Nutuk, 1927 baskısı, s. 533-546)
Önce Paris Konferansı... Ağır antlaşma şartlarını kabul etmeyen Osmanlı heyetinin başkanı Tevfik Paşa, geri dönmüştü (11 Temmuz 1920). Hemen ardından, Fransa'ya, Sadrazam Damat Ferit Paşa'nın gönderdiği içlerinde Rıza Tevfik'in de bulunduğu heyet, 10 Ağustos 1920'de, Sevr (Sèvres) Seramik Müzesi'nde antlaşmayı imzalar.
Antlaşmadan önce, 22 Temmuz'da Saltanat Şurası toplanmış Sevr görüşülmüştü. Vahîdettin'in kabul manasına ayağa kalkmadı, çıkıp gitmek için ayağa kalktı mazereti boş. İsteseydi, Damat Ferit'e, heyeti geri çağır derdi.
Sevr Antlaşması'nın adını kesin koyabilmemiz için, Millî Mücadele sürerken, Ankara Hükûmeti ile İstanbul Hükûmeti arısındaki irtibatı da göz önüne almak gerekiyor. İkisi lüzum görüldükçe haberleşmişlerdir. Bu hâl, Millî Mücadele'yi yürütenlerin gücünü ve hâliyle meşruiyetini göstermez mi?
Lozan'a giden yolda kilometre taşı olan Londra Konferansı'na hem İstanbul hem Ankara çağrılmıştır. İcra Vekilleri Heyeti Reisi Fevzi (Çakmak) Paşa, Sadrazam Tevfik (Okday) Paşa'ya 30 Ocak 1921 tarihli şu telgrafı çeker:
"İstanbul Tevfik Paşa Hazretleri'ne / İtilâf siyasetinde Türkiye lehine vukû bulan inkişâf-ı ahîr, milletin azm-i fedakârîsi mahsûlüdür. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Sevr Ahidnâmesi'ni külliyen reddetmesi üzerine hâdis olan şu vaziyetten, menâfi-i milliyyeye en muvâfık netâyic istihsâli, Londra Konferansı'na iştirak edecek murahhasların doğrudan doğruya irade-i milliyyeyi temsil eden Büyük Millet Meclisi tarafından intihâb ve terhîs edilmiş olmasıyla kabildir. Sevr Muâhede-i meş'ûmesini imzalamış bir heyetin vâris-i hususîsi olan heyetiniz murahhaslarının, mülk ü millete nâfi şerâit istihsâl edebilmeleri gayr-i mümkündür. Binâenaleyh, vatanın menâfi-i âliyyesi icabı işbu müzakerât-ı sulhiyede sizin aradan çıkarak Büyük Millet Meclisi murahhaslarını, vahdet-i milliyyeyi tamamen irâe eder bir şekilde serbest bırakmaklığınız lâzımdır." (Nutuk, s. 413)
Neticede Londra Konferansı'nda İstanbul Hükûmeti'nin başı Tevfik Paşa söz hakkını Ankara Hükûmeti'nin temsilcisi Bekir Sami Bey'e bırakmıştır.
Padişahçılara!... Her şey bir tarafa, Türkiye'nin yutulması için bütün ayrıntısı düşünülmüş 433 maddelik Sevr metni hangi cesaretle hazırlandı ve Batı kendisine neden bu kadar güvendi? Bir düşünün bakalım!