Sami Selçuk’tan hukuk dersi!

Dünkü yazımda, Almanya’da cezaevinde yatan Öner, cezalarının üçte ikisini çeken mahkûmlara tanınan tecil hakkından faydalanmak için mahkemeye başvurduğunu yazmıştım. Eski Yargıtay Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk Hocamız, meselenin hukukî yönünün aydınlatılması gerektiğini düşünerek bir açıklama gönderdi. Sonra konunun öneminden dolayı Hocamızdan ayrıntı istedim. Prof. Dr. Sami Selçuk Bey’in açıklamasını olduğu gibi veriyorum.
“Sayın Arslan,
İzninizle yazınızda söz konusu olayı hukukun kendine özgü ve iç diliyle anlatmak isterim.
Her şeyden önce konu, koşullu salıverme kurumuyla ilgili, erteleme (tecil) kurumuyla değil. Günümüzde en önemli ve hukukun vazgeçemediği yaptırım hapis cezasıdır. Bu cezanın amacı, hükümlüyü daha kötü bir duruma getirmek değil, tersine topluma iyileşmiş bir birey olarak döndürmektir. Zindancı anlayış yerine insancı nitelikteki tretman anlayışı gelmiştir. Bunu sağlayan kurumlardan biri de koşullu salıvermedir. Devlet, cezanın bir bölümünden vazgeçme vaadiyle hükümlüyü iyi hale döndürmeye özendirmekte, ayrıca bu yolla infaz kurumunda disiplini de sağlamaktadır. Koşullu salıvermenin nesnel koşulu belli bir sürenin infaz kurumunda geçmesi, öznel ve temel koşulu ise hükümlünün iyileştiğinin/ıslahının kanıtlanmasıdır. Bu da onun iç dünyasıyla ilgili bir sorundur. Bu konuda başka uzmanların yanı sıra özellikle insanın iç dünyasıyla ilgili uzmanlar, yani psikolog, psikiyatr, din adamı gibi uzmanlar, hükümlüyü dinler, gözlemler ve cezaevine raporlar verirler. Onun, iç dünyasına nüfuz edilecek hükümlünün, gerçekten iyileşip iyileşmediği ya da iyileşmiş göründüğü görece de olsa mutlaka belirlenecektir. Sorunsal, bunun sağlıklı olarak çözümünde düğümlenmektedir. Topluma erken bırakılmasında tehlikeliliği ya da ikiyüzlülüğü (mürailik, riya, hypocrisie) saptandığı takdirde koşullu salıvermeden hükümlü asla yararlanmayacaktır. Çünkü koşullu salıverme kurumunun amacı olan hükümlüyü iyi bir birey olarak topluma döndürme hedefine hem ulaşılamaz ve hem de tehlikeli bir hükümlü topluma salıverilmiş, cezanın amaçlarından biri de dolanılmış olur.
Türkiye Batıdan aldığı bu kurumu da yozlaştırmış, hak etmeyen her hükümlüyü salıvermiş, süresinin üçte birini sanki affetmiştir. Bir cezaevini ziyaret eder, hükümlülere sorarsanız, hepsi size cezanın üçte birini çıkararak ceza miktarını söyleyecektir. Oysa bu kurum bir af kurumu değildir. Ülkemizde yörüngesinden saptırılmıştır. Bizde asgari süre belirlenmemiştir. Eskiden üç güne hüküm giyenler bile iki gün cezasını çeker ve salıverilirlerdi. Bu skandalı Paris’te bana bilgi veren bir meslektaşıma söylediğimde benimle alay etmişti. Bu nedenle sanırım 1969’da basında bir yazı yazmış ve ‘Kurumlar Batılı, Uygulama Doğulu’ başlığını atmıştım. Batı ülkelerinde bu kurum çok ciddi bir biçimde uygulanmaktadır. Sözgelimi Fransa’da hükümlünün dosyası 3-4 ayrı kuruldan geçmektedir. 9 hükümlüden ancak biri koşullu salıvermeden yararlanmaktadır. Asgari süre, 1960’larda 4-6 aydı. Ancak hükümlüyü incelemeye, tanımaya bu süre yetmediğinden uygulamada ortalama 9 ay sürmekteydi bu asgari süre. Aynı süre Almanya’da en az 2 ay, Avusturya’da 3 ay, Holanda’da 9 ay, Yunanistan’da 1 yıldır. Bu nedenle haber yanlış ve değerlendirmeler de bilgisizce yapılmıştır. Konunun milliyetle, ırkla bir ilgisi yoktur. Saplantılı bir hükümlünün tehlikeli olduğu belirlenince koşullu salıvermeden yararlandırılmamıştır. O kadar. Bence karar incelenmeli ve infazcılarca örnek olarak değerlendirilmelidir.
Ancak Adalet bakanlarının bile son sözü Yargıtay söyleyecek dedikleri, Yargıtay’ın da böyle olduğu bir ülkede bunları yadırgamak da yadırganası bir davranıştır. Çünkü Yargıtay bir ülkede normun yorumu ve hukuksal konularda son sözü söyler. Eylemle ilgili konularda ise son sözü sadece duruşma yapan yargıç söyler. Sadece üzülüyorum ve umutsuzca bir bekleyiş içindeyim. Umutsuzluğumun nedeni de yargı reformunun yetkili ellere teslim edilmemesidir. Esenlikler.”
Prof. Dr. Sami Selçuk

***


Hocamız açıklamasında “Değerlendirmeler bilgisizce” derken, sözü elbet ben de üzerime aldım! Hukukî durumu fark etmeyerek “tecil” demişim. Bir köşe yazarının da asgarî hukuk bilgisi olması gerekir elbette. Dünkü yazımda ele aldığım konunun hukukî yönüyle ilgili değilim; haber bir başka gazetede nasıl çıkmışsa öyle verdim. Haberde dikkat çeken husus hukukî meselenin siyasî sonuç doğurmasıydı. Ben de bu siyasî veçheyi yorumladım.
Bilirkişinin verdiği “Bağlı olduğu dogmatik Osmanlı kültür kökeninden kaynaklanan tehlikeli kişilik yapısı” hükmü hukukî bir değerlendirme midir yoksa “indî” bir değerlendirme mi? Bu husus da hukukî bir açıklamayı gerektirir. Sami Selçuk Bey, açıklamasında Türkiye’deki uygulamanın yanlışlığını ortaya koyuyor. Bu, yeni kanun koyucularının göz önünde bulunduracakları bir mesele. Ancak Hoca, “Yargı reformunun yetkili ellere teslim edilmediğini” düşünüyor.
Bu duruma Adalet Bakanı ne diyecek?

Yazarın Diğer Yazıları