Sahiden darbeleri yargılıyor muyuz?
Eee, n’apıyoruz şimdi? 12 Eylül darbesini yargılıyoruz.
Görünen, bilinen ve bize aktarılan o. Ama azıcık konuya yaklaştığınızda başka şeyler görüyorsunuz.
Başbakanımızdan “referanduma hayır diyenler sıraya geçtiler” cümlesi duyulur duyulmaz, meselenin teatral boyutu öne çıktı.
Baktık ve hatırladık ki meğer bize darbeleri yargılıyoruz diyenler, çoktan darbecilerle sıkı fıkı olmuşlar, düğünlerinde şahitlik yapmışlar, ölenlerin cenazelerinde ön saflarda yer tutmuşlar, karşılaştıklarında kendilerine hürmetlerini bildirmişler, hatta “Sizin döneminizde ben belediye başkanı olacaktım ki Paşam” dedikten sonra, “İstanbul’u uçururdum” demişler.
Hikâye uzun. Durum hakikat. Hâl böyle olunca bir kere daha Başbakan’ın çelişkisini gördük.
Hiç şaşırmadık tabii.
Çünkü bu onun olağan hali. Tutarsızlık yerine tutarlılık beklememiz düşünülemezdi. Öyle bir durumda asıl çelişki bu olurdu. Dolayısıyla İslamcı pragmatizm rol model olarak, bize evrensel doğruları veremezdi. Tüm zamanlar için geçerli bir siyasi ahlakın örneği olamazdı.
İşte bir kere daha olamadı.
Çankaya Köşkü’nde ağırladığımız biri alzheimer öteki zar zor ayakta duran iki generali yargılıyor görünmemiz, 12 Eylül darbesinden hesap sorduğumuzu mu gösteriyor, yoksa topyekûn bir senaryoda toplumsal role büründüğümüzü mü? Şahsen ben tam anlayamadım.
Ha, siz diyeceksiniz; “Şeklen de olsa en azından hesap soruluyor gibi olması da yeter.”
Ben de derim ki “Bu, kendimizi
kandırmak olur. Acılarımızı dindirmek değil.”
Yine siz derseniz ki, “acılar zaten dinmez.”
Ve ben yine derim ki “acıları dindirmek ancak acı verenlerin hesap vermesiyle olur. Onların oğulları, kızları, eşi, dostu ve yakın çevresi ile halk bilsin ve görsün ki acı verenler, haksızlık yapanlar, gün gelir bedelini öder.”
Ve sonra da derim ki “İşte asıl adalet budur!”
Belki birileri çıkar der ki “Olan olmuş, biten bitmiş. Kimileri toprak olmuş. Bundan sonra sorsan ne yazar.”
Derim ki, “Önemli olan sormak ve sormayı becerebilmektir. Ölenlerin ve hatta kalanların da değil, ama olguların peşinde olmalıyız. İhtilal olgusunu sadece icraatıyla değil, felsefesiyle de sorgulayıp yargılamak lazım.”
12 Eylül öncesi ve sonrasının arşivlerini de açmak lazımdır. Bakalım ülkenin güvenliğinden sorumlu olan kurumlar -mesela MİT- bu dönemde ne yapmış. Kim hangi güvenlik önlemlerini almış ve buna rağmen olaylar önlenememiş. Demirel’in dediği gibi “11 Eylül günü akan kan, 12 Eylül günü nasıl birden bire durmuş?”
Kahramanmaraş ve Çorum katliamlarını devletin güvenlik birimleri (askeri olanlar dahil) neden bilememişler?
Hangi kurumlar ve kimler darbeye ön ayak olmuş?
Darbe yargılanacaksa topyekûn yargılanır. Yoksa biri hasta, diğeri 90’ını geçmiş iki generalin yargılanıyor olması, Türkiye’nin gerçek anlamda darbelerden hesap sorduğunu ve gerçeğin peşinde olduğunu göstermez.
Böyle bir yargılamanın tam da sırası. Tüm kesimler aynı ortak paydada buluşmuş. Bundan daha büyük toplumsal ortaklık mı olur?