‘Kara Liste’... Bir engellemenin hikâyesi

Dünyaca ünlü piyanist İdil Biret’in sanatının nasıl ve niçin ABD ve Avrupa’da kara listeye alındığının hikâyesi.

Serhan Yedig’in kaleminden çıkan “Kara Liste”nin “Önsöz”ü, piyanist yazar Filiz Ali’den. (Tarihçi Kitapevi yayını, 144 s.)

İdil Biret’in neden kara Listeye alındığı ayrıntılı verilirken, “kara liste” kavramı üzerinde duruluyor ve iki bariz örnek veriliyor: Hitler dönemi Almanya ve Stalin dönemi Sovyetler örneği.

Filiz Ali, “Önsöz”de şunları yazar:

“İdil Biret ise farklı bir yol izler. Altmış yılı aşan kariyeri boyunca dünyanın en prestijli konser salonlarında, en iyi orkestraları eşliğinde, müzik dünyasının tanınmış şefleri­nin yönetiminde konserler veren, önde gelen festivallere katılan, önemli piyano yarışmalarının jürilerinde yer alan, piyano repertuvarındaki sınırsız eserin neredeyse tümünü belleğinde taşıyan ve kaydeden İdil Biret de o büyük fir­maların ilgisini çekemez bir türlü. Üstelik günün birinde bu büyük uluslararası plak ve CD firmaları tarafından kara listeye alınır.

Kabahati büyüktür. 1989'da Hong Kong'da kurulmuş olan ve uygun fiyatla klasik müzik CD'si üreten Naxos fir­ması ile 44 CD'lik bir anlaşma imzalamıştır. Özellikle kla­sik müzik CD piyasasında müthiş bir rekabet yaratır bu an­laşma. Kapitalist dünyanın kurtlar sofrasında çıkarlarının tehlikeye girdiğini sezen ve dolayısıyla birbirleriyle amansız bir çatışmaya giren firmalar, intikam almak dürtüsüyle İdil Biret’in konser kariyerini engellemeye yönelik kara liste uygulamasını hayata geçirirler.”

Sanatın her dalında rekabet vardır. Ama müzik büyük kitlelere hitap ediyor. Kurtlar sofrası bu olsa gerek.

***

“Devlet Operası” hakkında bilgimiz var mı? Murat Katoğlu “Türkiye’nin Millî Opera Kurumu ‘Devlet Operası’nın Kuruluş Öyküsü’ ve Edebiyatçıların Değerlendirmeleri (1936-1941)” kitabı bizi aydınlatıyor. (Tarihçi Kitapevi yayını, 159 s.)

Yine şu notu düşeceğim... Kitap isimleri mutlaka akılda kalacak isimler olmalı. Onun için birkaç kelimeyi geçmemeli. Kitabın tanıtılmasında zaten gerekli açıklamalar yapılıyor. Yine iç kapakta, ana başlığın altına ve üstüne açıklamalar konabilir.

Ele aldığımız ilk kitap çok net: “Kara Liste”. Başlık merak uyandırıyor.

Kitaba girişte “Cumhuriyet 100: Devlet Operası 82 Yaşında” başlığı altında şu bilgiler yer alıyor:

“Devlet Opera ve Balesi tam bir 'Cumhuriyet Kurumu’dur. İcracı sanatçıları, yorumcuları, solistleri ve kompozitörlerinin eğitimi/öğretimi; dünya opera repertuvarının sahnelenmesi ve yerli opera eserle­rinin yaratılıp oynanmasıyla, yani bu sanatın bütün unsurlarıyla Türkiye'nin sanat hayatında Cumhuriyet rejiminin bilinçli örgütlenmesiyle yer almıştır.

Elinizdeki kitap, bu kurumu oluşturan düşün­sel yön duygusunu ve bunun sonucu olan heyecan verici doğum dönemini (1936-1941) hikâye etmekte­dir.”

Bir başka noktaya daha temas edeceğim... “Hikâye” mi demeli, “Öykü” mü?

Daha önce de izah ettik. “Öykü” kelimesi, Anadolu’da söylenişiyle “oğkenmek”ten, alaycı taklitten gelir.

“Hikâye” Arapçadan Türkçemize girmiştir ama Türkçeleşmiş, edebiyatımızın, günlük konuşmamızın ana ifadesi olmuştur. “Arapçadan gelme... Atalım bu kelimeyi!” demek, Türkçeyi iğdiş etmektir. Nitekim, artık “hikâye”nin, “öykü”yü örtmeye, bir kenara itmeye başladığını görüyoruz. Herhâlde bundan böyle kadın ismi olarak kalacak.

“Öz dil” hangi milletin dilidir? Ancak hiçbir çevreyle teması olmayan ilkel kabilelerin dilidir.

Kitabın başlığında “öykü” kelimesi yer alırken, yukarıda verdiğimiz tanıtılmasında ise “...dönemini ... hikâye etmekte­dir.” deniliyor.

Neden “hikâye”ye (hem de a şapkalı!) dönüldü? “Öykü” bu cümlede yer bulamadığı için. Herhâlde “...dönemini ... öykülemekte­dir.” denmeyecekti.

Sanıldığı gibi Türkiye’de opera Cumhuriyet’in kuruluşuyla var olmuyor. Öncesi var. Kitapta şu bilgiler veriliyor:

“Toplum, daha doğru bir deyişle İstanbul, roman, ti­yatro yazarlığı gibi edebi türlerle; dramatik ve lirik sahne sanatlarıyla, çok sesli müzikle, Batı tarzı re­sim sanatıyla, müzecilikle 19. yüzyılda tanıştı. İstan­bul'da ilk müzeler, Sanayi-i Nefise Mektebi (Güzel Sanatlar Akademisi), tiyatro binaları ve toplulukları oluştu. Sayıca sınırlı da olsa bir kesim artık bu yeni sanatların tüketicisi olmuştu. Böylece opera sanatı da 1840'lardan itibaren önce Saray çevresinde, sonra şehrin kültürel/sosyal hayatında belli bir izleyici kit­lesi buldu.

Çok sesli müzik ve opera, belki bütün sanat meslekleri arasında ülkenin geleneksel kültürüne en ters veya yabancı olan sanat türüydü. Bu müziğin destekleyicisi ve koruyucusunun Osmanlı Sarayı oldu­ğunu; tohumlarının II. Mahmud döneminde, 1828'de Topkapı Sarayı'nda atıldığını da biliyoruz. Çok sesli armonik Batı müziğinin Türkiye'deki gelişim serüve­ninde Saray'da kurulan Muzika-ı Hümayun (Saray Orkestrası), bir fidanlık veya sera işlevi görmekteydi.” (s. 15)

Bütün yenilikler, hele hoşa gitmeyenler özellikle 1923 sonrası gösterilir. Değil. Tarihimiz bütündür.

Yazarın Diğer Yazıları