'İslâmcı' iktidarda fikrî iflas
Laikçiliğe kendilerine göre bir sınır çizenlerden, dışına çıkanlara "Urun ha!" diyenlerden değilim. Laiklik Türkiye''de farklı anlaşılmış ve "düşman üretme mekanizması" gibi işletilmiştir. Buna "irtica"yı da katabiliriz. "İrtica" derken, maalesef, doğrudan "İslâm" hedefe konmuştur. Onun için "mürteci", "gerici", "yobaz", "hurafeci", "dinci" sıfatlandırmalarına da karşıyım.
Bir kesim var ki, "İslâm" deyince "dincilik/gericilik/irticacılık/laiklik" kalkanını hemen kaldırıyor; savaş nizamına geçiyor.
Bu "kalkan"da, önceki gün, Nutuk''un 1927 baskısının 623 ve 626. sayfalarından alıntıladığım sözlerin büyük payı var.
Mustafa Kemal neden bahsediyordu? 1924''te kurulan Terakkîperver Cumhuriyetçi partiyi kastederek: "... dinî taassubu galeyana getirerek, milleti, cumhuriyetin, terakkî ve teceddüdün tamamen aleyhine teşvik etmek..."
Çünkü, o parti "efkâr ve itikadât-ı diniyeye hürmetkârlık"tan da bahsediyordu.
Mustafa Kemal yine "Birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyitlerin, çelebilerin, babaların, emîrlerin arkasından sürüklenen ve falcılara, büyücülere, üfürükçülere, nüshacılara, tâli'' ve hayatlarını emniyet eden insanlardan mürekkeb bir kütleye, medenî bir millet nazarıyla bakılabilir mi?" diyordu.
Mustafa Kemal''in bu sözlerini esas alan belli çevreler meseleyi "din düşmanlığı"na kadar vardırmışlardır. Yeni kurulan bir parti ne zaman "Allah" dese, Mustafa Kemal''in ilk muhalif partiyi kastederek söylediği sözler akıllarına geliyor. Kendileri dışındakileri kökten "mürteci" ilan ediyor.
Düşünülmeyen ise, Diyanet İşleri Başkanlığı''nı kurduranın da Mustafa Kemal olduğu ve hurafeye girmeden, şeyhleri peygamber yerine koymadan dinin hakkıyla öğrenilmesini hedeflediği... Gittiği yerlerde imamları imtihan bile etmiştir. Kur''ân''ın ezbere okunmasını değil; anlaşılmasını istiyordu. (Yozgat örneğini vermiştim. Bir ziyaretinde dönemin bir tanınmış imamına Kur''ân''ı okutmuş, sonra açıklamasını istemişti. Hafız dedem, o "imtihan"a şahit olanlardan bizzat dinlemişti.)
Medreselere, tekkelere, zaviyelere neden tavır kondu? Çünkü, tarikatlar, şeyhler dinin asıl temsilcileri görüldü. Medrese, dârülfünununüniversitenin) önüne geçirilmek istendi.
Batı''ya yönünü dönenler asıl padişahlardır. "İslâmcı" Abdülhamit, kendisinden kısa süre önce kurulan dârulfünûnu geliştirdi. Madem medreseler asıl önemli olan, medreselerin de yüksek kısımları, alt kısımları bölümler vardı. Neden medrese sistemi içinde yol alınmadı da bu kadim mektepler kendi hâllerine bırakıldı? Dârülfünûn "ilimler evi" demek. Bu bile bize bir fikir verebilir.
Prof. Dr. Mehmet Akgün, çok önemli bir kitap yazdı: "Materyalizmin Türkiye''ye Girişi". Zamanında üzerinde durulmuştur. Bu kitabı yazan dini bütündür. Onu önce belirteyim. Fakülte arkadaşım.
Türkiye''nin şartları ne idi ve neden "materyalizm" Türkiye''ye girdi? Burada suçlu aranabilir mi?
Birtakım aşırı ifadeleri, dönemin şartları içinde düşünmek gerekir. Mehmet Akgün''ün kitabının ön sözünden:
"Materyalizm, Batı düşüncesinin önemli bir ürünüdür. Bu düşünce, Batı ülkelerinde felsefî bir meslek, siyasî bir anlayış olmasının yanında önemli bir medeniyet, eğitim ve bilim meselesi olarak değerlendirilmiştir. Bundan dolayı Batılılaşmak, medenileşmek, bilimsel olmak, hatta demokratlaşmak arzusunu gösteren her ülke ister istemez bu düşünceyle karşılaşmak durumunda kalmıştır."
Yazılacak daha çok şey var. Sonraya bırakacağım. Peşin ret ve peşin kabul bizi birbirimize düşman eder.
İşte zamanımız... İşte en "İslâmcı" iktidarda fikrî iflasımız.