İhanet adasında neler oluyor? (28 Ocak 2013)
Bölünme sürecine giden yol
Açılım çığlıklarının endişe verici boyutlara vardığı şu sıralar içinde bulunduğumuz durumu en iyi anlatan cümle şu olabilir mi acaba: ‘Türkiye, Osmanlı’nın son döneminde olduğu gibi sürekli tavizlerle yönetilmeye ve sürekli geri adımlar atarak ilerlemeye çalışıyor.’ Özellikle AKP iktidarı hem kuruluş felsefesi ve hem kendisini yaratan uluslararası konjonktür gereği, bir parçası olduğu Büyük Orta Doğu Projesi bağlamında küresel güçlerin paralelinde yol alıyor. Bu durumu doğrulayan en önemli haber, geçenlerde gazete sütunlarına yansıdı. ABD’li tarihçi Tarpley, Türkiye hakkında şok bir analiz yaptı. Sosyal medyada videosu dolaşan tarihçi, “Obama, Erdoğan’ı aldatıyor, Türkler kaybedecek” dedi.
Türkler neden kaybedecek?
Tarpley’e göre bunun sebebi Erdoğan’ın hırsı. “Obama Erdoğan’ı aldatıyor” cümlesinin devamında bu durumu şöyle açıklıyor: “Obama’nın her hafta Erdoğan’ı aradığını, kibir ve hırsı ile oynayarak onu bir yere ittiği söyleniyor.”
Peki, Türkiye’yi yöneten Başbakanın ne gibi bir hırsı var ki Obama bunu bilinçli bir biçimde yönlendiriyor? Bu sorunun cevabını şöyle veriyor: “Mübarek’in düşürülmesinden sonra Türk hükümeti Yeni Osmanlı İmparatorluğu fikri ile kandırıldı. Bu aldatmaca ile sıfır sorundan, başta Kürt sorunu olmak üzere, onlarca sorunlar dizisine geçiverirsiniz.”
Öteden beri hükümetin farklı hayaller peşinde koşarak Türkiye’yi geri dönülmez karanlıklara sürüklediğini söylüyoruz. Burada önemli olan husus, ABD içinden bir bilim adamının AKP hükümetini nasıl anladığıdır. AKP hükümetinin kandırıldığını bu anlamda Türkiye’nin aldatıldığını söyleyen adam, sözü PKK terörüne getirdiğinde ise şunları söylüyor: “Simon Hersh’e göre PKK, CIA’nın desteklediği bir örgüttür; CIA, PKK’yı İran’a karşı kullanmaktadır.”
Elbette bu durum Tunus ve Cezayir’den başlayarak “Arap Baharı” adı verilen son gelişmelerle ilgili. ABD’nin bundan önce PKK’yı daha başka amaçlar için nasıl desteklediği eski İçişleri Bakanlarından Sadettin Tantan’ın yerinde bir tespitiyle “devletinin arşivlerinde durmaktadır.”
“Yakın geçmişte Fransa’da Cumhurbaşkanı Mitterrand’ın eşi Danielle Mitterrand PKK’nın koruyucu azizesi idi. Bir yıl önce, İsrail Dışişleri Bakanı Lieberman, Mavi Marmara’daki davranışından dolayı Türkiye’yi cezalandırmak için İsrail’in PKK’yı destekleyeceğini söyledi. NATO’nun Yunanistan aracılığıyla PKK’yı desteklediği haberleri var.”
Türkiye’nin “bir beka sorunu vardır” dememizin temelinde Türkiye’nin geleceğine yönelik hükümetin tutumundan kaynaklanan derin endişelerimiz olduğunu gösteriyor.
Gerçekçi
bir tespit daha
Tarpley, değerlendirmesinin ilerleyen kısmında son gelişmeleri önceden görüyormuş gibi Başbakanın açıklamalarına adeta gönderme yapıyor. Erdoğan sadece Obama döneminde değil, iktidar koltuğuna oturduğu günden bu tarafa aynı rolü üstleniyor ve terör meselesini ABD’nin lutfuyla çözeceğini sanıyor. Hâlbuki Türkiye’yi sürekli kontrol altında tutmak isteyen başta ABD olmak üzere Avrupa’nın çeşitli ülkeleri terör örgütünü bir koz olarak kullanıyor.
Bizim gibi düşünenleri “komploculukla” suçlayanlar Tarpley’i ne ile suçlayacaklar bilmiyoruz. Türkiye’de olup bitenlerin “dış güçler” fobisiyle örtbas edildiğini söyleyenlere, Amerika’dan Batı’nın bizzat kendi içenden cevap veriyor Tarpley: “Türkiye’yi ziyaret ettim, pek çok siyasi lider ile görüştüm. Türkler öncelikle Amerika ve İngiltere ile ittifakın, ” öldüren bir kucaklama “ olduğunu anlamalı; bir başka deyişle İngiliz-Amerikalılar Türkleri öldürene kadar sevecekler.”
Şu “öldüren kucaklaşma” tanımlaması ve “Türk’ü öldürene kadar sevmek” anlamlandırması, Batı’nın Türkiye’ye ezeli bakışını yansıtıyor. Bu söylem aynı zamanda yakın tarihi, öldürülen Osmanlı’yı hatırlatmıyor mu sizlere? İngilizlerle yaptığımız onlarca kucaklaşma sonrasını hatırlayın lütfen. Koca bir imparatorluğu kayıp etmedik mi?
Bunun yerine Cumhuriyet yönetimine dayalı yeni Türkiye’yi kurduk. Şimdi aynı çabalar yeniden başladı.
Dikkatinizi çekerim. Batılılar kendi ideallerinden hiç vazgeçmiyor. Önlerine gelen sorunları eğer şimdi istedikleri şekle dönüştüremiyorlarsa zamana bırakıyorlar. Günün birinde o konu tekrar alevlendiğinde ise kaldıkları yerden devam ediyorlar.
Mesela, 1829’larda başlayan Kürt isyanlarını Fransa bugün çok daha farklı yorumlamıyor. Tarpley’in söylediği gibi sahipleniyor. “Türkiye ile ticari ilişkilerimiz NATO’dan doğan ortaklığımız var. Öyle ise terör meselesinde Türklerin elini çabuklaştıralım ve kendilerine yardımcı olalım” demiyor.
Türkiye’deki terörü
sevenler çok
Almanya 1990’lı yıllarda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yapacağı operasyonlar sırasında herkesi şaşırtan bir müttefik rolünü oynadı. “Benim verdiğim tankları PKK ile mücadelede kullanamazsın” dedi. Keza ABD, Kuzey Irak’ta Türkiye’nin “kırmızı çizgilerine” rağmen Kürt Devleti kurdu. Bu devletin bürokrasisini eğitti. Ve kaç yıldır “stratejik ortağım” dediği Türkiye’nin lehine olacak bir davranışta da bulunmadı. PKK’ın Kandil’den çıkarılmasına asla izin vermedi. Kandil’e yönelik askeri operasyonları Türkiye’ye baskı yaparak durdurdu. Kısacası topyekûn Batı, Türkiye’ye yönelik Sevr planından vazgeçmedi. Bunun en açık örneklerinden biri NATO bilgilendirme toplantısında İtalya’da bir sunum sırasında ekrana yansıyan bölünmüş Türkiye haritasıydı.
Daha ne olsun.
Her şey bu kadar açıkken ve Osmanlı’dan kalan bunca tecrübe de ortada dururken ABD’li tarihçi Dr. Griffin Tarpley’in, “Şu anda Türkler, güney bölgelerinin tamamını CIA’ya devrettiler. Oralarda CIA başıboş, kontrolsüz dolaşıyor. İskenderun otellerinde CIA cirit atıyor. Oteller El-Kaide teröristleri ile dolu. CIA, Adana yakınlarındaki İncirlik Üssü’nden, bölgeye getirdikleri teröristleri kullanıyorlar. Ve bunun Türkiye’ye geri dönüşü feci olacak” ikazına sırtımızı çevirip de komplo diye mi bakalım?
Türkiye’nin her zaman bir yerleri CIA ve daha başka ajanlarla dolu idi. Özellikle 1990’lı yıllarda Körfez Savaşı’na giden sürecin öncesinde ve sonrasında Kuzey Irak’ta Kürt Özerk Bölgesi’nin kurulmasını planlayan ABD, 36’ncı ve 42’nci paralele uçuş yasağı getirdikten sonra o günlerde oluşturulan İncirlik bağlantılı Çekiç-Güç’ün PKK’lı teröristlere lojistik sağladığı basına yansımış, pek çok gazete yardım sandıklarının fotoğrafını yayınlamıştı.
Aradan geçen bunca yıl sonra değişen şey, AKP hükümetinin kendini Büyük Orta Doğu Projesi’nin bir parçası, önemli bir figürü ve yöneticisi olarak görmesi ve Amerika’yı bu anlamda koşulsuz destekleyecek düzeye gelmesidir. Bu durum, Türk hükümetinin elini kolunu bağlamaktan başka çok daha önemli bir boyutu var. Bunu bilim adamı Tarpley söylüyor: “Türkler öncelikle Amerika ve İngiltere ile ittifakının “öldüren bir kucaklama” olduğunu anlamalı; bir başka deyişle İngiliz-Amerikalılar Türkleri öldürene kadar sevecekler.”
İşte asıl mesele, hatta tüm meselelerimizin temelinde yatan asıl gerçek bu.
Türkiye’de terör meselesine kimi zaman bilimsellik kimi zaman da entelektüellik adana “dünya sorunu” açısından bakanlar var. Onlara göre dünyanın her yerinde terör var? Bu durum aslında bir küresel sistem sorunudur.
“Şimdilik siyasal krizler bölgesel içerikte ön plana çıkıyor ama bir yandan da perdenin arkasında küresel ölçekli bir kavga hızla gelişiyor” demektedirler. Bu genelleyici ve toptancı bakış çok yanlış olmamakla beraber yerel terörizmi açıklamada yetersiz kalıyor. Çünkü yerel terör, genelin özelliklerini bütünüyle taşımıyor. Bunun böyle olduğu açıklamaların ve yine genel çerçevenin içini dolduran kavramlardan da anlaşılıyor.
“Dünyanın her yerinde çatışma potansiyeli yaratan dinamikler var. Kimi yerde etnisite, kimi yerde de dinsel ve mezhepsel temelde şekillenen kimlik sorunları, bazı bölgelerde ekonomik nedenlerle tırmanan yabancı düşmanlığı ve göçmen hareketlerine, bazılarında da sınır sorunlarına dönüşüyor” diyor meseleye genel bakanlar ve peşinden ekliyorlar: “Kısaca sistemin suyu ısındı ve doğal olarak bu gerilim Türkiye’de yansıyor.”
Terör örgütü etnik
temsilci olabilir mi?
Bu konuda BİLGESAM tarafından hazırlanan rapora kısaca göz alalım:
“Etnik terör örgütleri, ideolojik terör örgütlerine göre daha dar kapsamlı amaçlar doğrultusunda hareket etmektedir. İdeolojik terör örgütleri bir ülkede veya bölgede siyasi düzenin topyekûn değişmesini hedeflerken, etnik terör örgütleri belirli bir etnik unsura yönelik özel hedefler tayin etmektedir. Etnik ayrılıkçılık ekseninde faaliyet gösteren terör örgütlerinin başvurduğu şiddetin, diğer terör örgütlerinin eylemlerine göre daha çok işlevi vardır. Etnik terör örgütü şiddet eylemleri gerçekleştirdikçe aynı etnik topluluğa mensup mutedil aktörlerin barış girişimleri başarısız olmakta, sosyal kutuplaşma derinleşmektedir.”
Etnik temelli terör örgütüyle pazarlık yapılamayacağının en başta gelen özelliklerinden ve gerekçelerinden biri işte bu tespittir. Bir başkası da yukarıda da özetlediğimiz gibi dış destekle ilişkili olmasıdır.
Çünkü “devletlerarası husumetin ve rekabetin söz konusu olduğu durumlarda etnik ayrılıkçılığı hedefleyen terör örgütleri daha belirgin dış destekler alabilmektedir. Düşman ve rakip devletler etnik ayrılıkçığı teşvik etmekte, merkezi yönetimle çatışma halindeki terör örgütlerine doğrudan destek sağlayabilmektedir.”
İşte bu sebeple teröre maruz kalan ülke yönetiminin tek başına “müzakere diyorum başarıyorum” demesi boş bir hayaldir. Hele AKP hükümetinin bunu söyleyebilmesi için öncelikle herkesi BOP Eşbaşkanlığından ayrıldığına, “Yeni Osmanlıcılık hülyasının kandırmaca olduğunu anladığına” ABD ile yazılı bir mutabakata, AB ile de kesin bir sözleşmeye vardığına inandırması gereklidir.
Bilimsel bakış:
Çatışma teorisi
Uluslararası ilişkiler okuyan herkes bilir ki; “2. Dünya Savaşı’ndan bu yana hem devletler arasındaki hem de devletlerin kendi içlerindeki çatışmaların savaşa varmadan çözümü konusunda yoğun bir çaba var. Çatışma çözümü, uluslararası ilişkiler alanının çok önemli bir konsantrasyon konusu. Bu çalışma alanının kurucu babaları sayılan Kenneth Boulding, John Galtung, John Burton gibi isimlerin geliştirdiği tek bir ortak çözüm var. O da sorunlara tek yanlı değil, çok taraflı bakma alışkanlığının geliştirilmesi.”
Bu teoriye göre “çok taraflı bakmanın” yolu çatışmacı kuramın gerektirdiği “kazan kazan yöntemini” uygulamaktır. Bunun için de kuramı ortaya koyanların öngördüğü ve bir çatışmanın gerçekleşmiş olması gerekir. Türkiye’de PKK sorununa baktığımızda çatışmacı kuramın öngördüğü türden bir yapı görülmüyor. Dolayısı ile kuramın çözüm için önerdiği çatışma türünün dışında kalıyor. Bu durumu yine BİLGESAM’ın raporundan şöyle aktarabiliriz:
“Türkiye’deki Kürt meselesinde Türk ve Kürt kökenli topluluklar arası yatay bir çatışma biçimi mevcut değildir. Silahlı çatışmanın tarafları etnik ayrılıkçılık hedefiyle faaliyet gösteren PKK terör örgütü ve Türkiye Cumhuriyeti devletidir. Türkiye, Kürt kökenli sivilleri de hedef alan terör örgütüne karşı vatandaşlarının güvenliğini sağlamak için mücadele etmektedir. Türk ve Kürt unsurlar arasında, hafızalarda yer etmiş bir “travma” veya düşmanlığın varlığından bahsedilemez. Aksine iki topluluk arasında yüzyıllarca süregelmiş siyasi ve sosyo-kültürel bir birliktelik ve beraberlik vardır. Anadolu insanı mefhumu, ağırlıklı olarak Türkler ve Kürtlerin birlikte yaşattığı ortak değerlerin ifadesidir. İki topluluk Anadolu’da yüzyıllardır aynı topraklarda aynı kaderi paylaşmış, birbiriyle akraba olmuş ve kökü dışarıda olan mahfillerin tahriklerine rağmen kardeşliğini muhafaza etmeyi başarmıştır. Yakın zamana kadar Kürt kökenli vatandaşların kimliğine karşı yürütülmüş inkâr politikasının, toplumlar arası uyuşmazlıktan veya çatışmadan ileri geldiğini ileri sürmek de mümkün değildir.”
Buna rağmen Türkiye’de kimi aydın ve yazar geçinenler ile hükümet ve akıl hocaları, meseleyi terör sorunu olmaktan çıkarmışlardır. Çatışma dedikleri şeyi Türk-Kürt çatışması olarak görme eğilimine girmişlerdir. Bu sebeple de 2. Dünya Savaşı’ndan bu tarafa geliştirilen çatışma teorilerinin öngördüğü “kazan-kazan” tezini çözümün tek biçimi olarak ileri sürmüşlerdir. BİLGESAM’ın açıkladığı raporlardan da anlaşılacağı gibi “Türkiye’deki Kürt meselesi ve ayrılıkçı terör sorunu bu ayrım göz önünde bulundurularak incelenmelidir. Türkiye’deki Kürt meselesi etnik çatışmalar kategorisinde değerlendirilemez. Dolayısıyla, Boşnak-Sırp, İsrail-Filistin ve Azeri-Ermeni gibi çatışma kategorileri için geliştirilebilecek çatışma çözümü yaklaşımlarının Türkiye’deki Kürt meselesine tatbik edilmesinin mümkün olmadığı ifade edilmelidir.”
İşte bu tespit bize Türkiye’deki çatışmanın (terörün) uluslararası bir sistem sorunu gibi görülemeyeceğini, sorunun çözümünde de “kazan-kazan” yöntemini özelikle terör örgütünün lideri veya kendisiyle denemeye kalmanın yanlış bir politika olacağını söylüyor. Çünkü böyle bir kabul Kürt toplumsal etnisite ile terör örgütünü eşdeğer görmek anlamına gelir. Buna rağmen iktidar kanadı, meseleyi “Kürt sorunu” bağlamında ele alarak, terör örgütü yandaşlarıyla görüşmeler yaparak terörü bitireceğini söylüyor. Barış çığlıkları atıyor. PKK’nın kurucu elebaşı Abdullah Öcalan’a asla verilmemesi gereken tüm Kürtlerin lideri payesini veriyor. Onu terörist bir lider konumundan çıkararak, etnik bir grubun toplumsal liderine dönüştürmüş oluyor. Böyle bir bölücülerin arayıp da bulamayacağı bir büyük ödül idi.
AKP yanlış politikaya
itirazlara hep kulak tıkadı
Dikkat edilirse öteden beri BDP’nin de söylemi hep bu hedefe yönelikti. BDP’liler, her “çözüm ve barış” sözcüklerini kullandıklarında işin içinde PKK elebaşısı Öcalan’ın da olmasını şart koşuyorlardı. Nedeni raporun bu bölümündeki açıklananlardan da anlaşılacağı gibi etnik temsil gücünü PKK’ya bizzat devlet tarafından verdirtmek ve PKK’nın amacına ulaşmada çok arzuladığı “bütün Kürtlerin yegâne sözcüsü ve temsilcisi” rolünü kazandırtmaktı.
Hükümet, yanlış politikalarına yapılan itirazlara hiç kulak asmadan bu durumu PKK lideri Öcalan lehine sürekli destekledi. Diyarbakır’da yaptığı açıklamalara sanki Diyarbakır bir eyaletin başkentiymiş gibi algılanacak şekilde yer vermeyi sürdürdü. İktidar olduğu günden bu tarafa PKK’lıların şehirdeki yakınlık duyarlarına kolaylıklar getirdi. Eskiden yol kesip durdurdukları yolcu otobüslerinde halka propaganda yapan örgüt, “Kürt realitesini tanıyorum” açılımından sonra propaganda alanını yandaş kuruluşların örgütlenmesine bıraktı. BDP, bu açılım sayesinde halk kitlelerine devletin güvencesi altında ulaştı. Halkı bu çerçevede örgütledi. PKK’yı Kürt halkının askeri temsilcisi olarak görecek halk yığınlarına ulaştı. Bu anlamda bölücülük propagandası meşruiyet kazandı. Otobüs yakanlar, belirli zamanlarda meydanlara çıkıp polisle çatışanlar, PKK cenazelerine sevgi seliyle katılanlar hep bu açılım politikalarının yarattığı vurdumduymaz uygulamaların eseri oldu.
“Türkiye’deki Kürt meselesinde Türk ve Kürt kökenli topluluklar arası yatay bir çatışma biçimi mevcut değildir” gerçeğini göz ardı ettiler. Türkiye’deki terör meselesinin “Boşnak-Sırp, İsrail-Filistin ve Azeri-Ermeni gibi çatışma kategorileri için geliştirilebilecek çatışma çözümü yaklaşımlarının Türkiye’deki Kürt meselesine tatbik edilmesinin mümkün olmadığını” göz ardı ettiler. Hâlbuki bu gerçek bizi doğru hedefe götürmekteydi. O da; “terör örgütleri çatışma çözümü sürecinin tarafı olamaz. Terör örgütleri aksine şiddet eylemleriyle çözüm sürecine engel teşkil eder” gerçeğidir.
ETA: Terörle
pazarlık olmaz
Etnik terör örgütleri, temsil ettiğini iddia ettiği unsur içindeki desteğini yitirmeye başlayınca daha fazla terörist saldırı gerçekleştirmektedir. Mesela, İspanya’da merkezi devletin Franco rejimi sonrası süreçte, demokratikleşme istikametinde attığı adımlarla ETA terör örgütüne verilen toplumsal destek azalmış, örgüt, şiddet eylemlerini artırmaya başlamıştır. İspanya, 1978 Anayasası ile halkın talepleri doğrultusunda Bask bölgesine özerklik sağlamış, bu dönemde ETA’nın bölgedeki terör eylemleri olağanüstü derecede artış göstermiştir.
ETA böyle yaptı da PKK farklı mı olacak? Kesinlikle hayır.
Uzmanlar bunun nedenini şöyle açıklıyor: Charles Webel, barışın antitezinin savaş veya şiddet olmadığını, tarihte pek çok kez silahlı çatışma ve sınırlı şiddetin barışın tesisine dolaylı şekilde hizmet ettiğini ifade etmektedir. Terörizm ise sivillerin hedef alındığı, korku ve panik ortamının amaçlandığı bir yıldırma çabasıdır. Terörizm doğrudan veya dolaylı biçimde barışın tesisine ve çözüm sürecine katkı sağlayabilecek bir dinamik olamaz.
Ancak bunu Türkiye’de söylediğinizde barış düşmanı oluyorsunuz. Birileri sizin vehimlere kapıldığınızı, gereksiz hamaset yaptığınızı, hatta milliyetçi söylemlerle işi yokuşa sürdüğünüzü söylüyor.