Hilafete geçiş için kaç adım kaldı?!
Halifeliğin kaldırılışının 100. yıldönümündeyiz.
Hilafet şimdiki dönem kadar hiç tartışılmamıştı. Daha doğrusu, hilâfet umudu bu derece ayyuka çıkmamıştı. Neden? Saray, “din” kapısını öyle bir açtı ki, “hakikî” din dışında, “din benim” diyen herkes bu kapıdan girdi. Hem Diyanet’e “Tarikat Raporu” hazırlatacaksınız, hem dini çıkarlarına âlet edenlere buyurun yol sizin, istediğiniz gibi bu yolda yürüyebilirsiniz, diyeceksiniz. Şunu kesin bilin: Bu yapılandırma asıl yolu açanı vuracaktır.
Türk devletleri içinde halifeyle ilk temas 1038’de Selçuklu Devleti’nin temeli atıldığında sağlanmıştır.
Halifelik Abbasîlerdeydi. Tarihte “Abbasî halifeliği” olarak geçmesi dikkatinizi çekti mi? Halife bütün Müslümanları temsil etmez mi? Her Müslüman ülke, kendisini halifelik görüyordu.
İbn Haldun, Mukaddime’de Endülüs’te, o kadar çok halifelik sayar ki...
İslâm tarihinde halifelik diye bir müessese aslî anlamda yoktur. Kendilerini Hz. Peygamber’in vârisi görenler, “halife” sıfatını aldıklarında, bütün Müslümanlara söz geçirecekleri hesabını yapıyorlardı. Meselenin özü bu.
Halef selef meselesini biliyorsunuz. Halef yerine geçen, selef yerine geçilendir. Hz. Peygamber İslâm devletinin de başıydı. Vefatından sonra biri bu devletin başına geçecekti. Makam kimseye miras bırakılmış değil. Sen benim yerine geçeceksin, denmemiş. İleri gelenler toplanmış, Hz. Ömer’in de telkiniyle Hz. Ebubekir uygun görülmüş, Hz. Peygamber’e halef olmuş.
Dinî hüviyet yüklemede maksat başka. Başa geçenler kendi yerlerini halk nazarında dine dayandırarak güçlendirmek istiyor. Kimse itiraza kalkmasın; bu işleri biz biliriz.
Halifeliği idealize ettiğinizde her şey mümkün görünüyor. Bunu İbn Haldun da idealize ediyor ama sonra... Her iki örneği de vereceğiz.
Önce şunu söyleyeyim: Saray, kim telkin etmişse, İbn Haldun’u öne çıkarmış, İbn Haldun Üniversitesi’ni kurdurmuş, mahdum da mütevelli heyet vekili yapılmıştır. Açık söyleyeyim... Nedense, ben Bilal’a güven duyuyorum. Herhâlde tahsil vetiresi, dünyayı tanıması, kıyas imkânı bulması güven veriyor. Hatta Bilal Erdoğan İstanbul’a belediye başkan adayı yapılmalı, diye de yazdım. Murat Kurum orada, Bilal Erdoğan burada... “Oğul” olmasını görmeden kıyaslayın. Asıl kim aday olmalıydı?
Meselemize dönelim.
Üzerinde çalıştığımız, çok sayıda dipnotla daha anlaşılır hâle getirdiğimiz İbn Haldun’un Mukaddime’sinde halifelik bahisleri üzerinde duracağım. İbn Haldun halifeliği idealize etmekle beraber, sonra verdiği hüküm “halifeliği” mümkün görmediğini gösteriyor.
Mukaddime’nin birinci cildinin “Yirmi Altıncı Bölüm”ün “Halifeliğin Hükmü ve Şartları Hakkında Ümmetin İhtilâfına Dair” başlığı altında şunları yazar:
“Halifeliğin dini korumak ve dünya işlerini dinî bir siyasetle idare etmek hususunda şeriat sahibine naiplik etmekten ibaret olduğunu yukarda anlatmıştık. Buna ‘hilâfet’ ve ‘imamet’ ve bu mevkii işgal edene ‘halife’ ve ‘imam’ adı verilmektedir. Bu vazifenin başında bulunana ‘imam’ adı verilmesi, topluluğa namaz kıldıran imama benzemekten ve topluluğun namazlarında imama uydukları gibi halkın ona uymasından ileri gelmiştir. Bundan dolayı halifelik, imamet-i kübrâ (büyük imamlık) adını da taşır. Bu işin başında bulunana ‘halife’ adı verilmesi, Hz. Peygamber’in ümmetine halef olduğundandır.”
İbn Haldun aynı başlık altında şunu da ekler: “Hilâfet mansıbının şartı dörttür: İlim, adalet, ehliyet ve hak ediş; fikir, akıl, iş ve amele etki edecek derecede duygu ve organda kusurlu olmamak.”
Bu idealize halifelik ki, mümkün olmuş mu? Tartışmak gerekir. İbn Haldun, 1332-1406 yılları arasında yaşamıştır. Kaç idare şekli biliyor? O, Hz. Ömer, İran’da Sasanî Hükümdarlığı’nı yıktıktan sonra “Fars fetholunduğunda eski Farslardan kalma eserleri yok etmeyi emretmiş olduğu için, Farsların ilimleri ve eserleri yok oldu gitti.” diye yakınır. Yunanlılardan kalan kitapların zamanına ulaşmasına sevinir. (Bu meseleye ayrıca geleceğim.)
2. cildin 16. Bölüm’ünde “Şehirlerdeki Medenî Hayatın ve Kültür Seviyesindeki Yüksekliğin Ancak Devletlerin Güçlenip Kökleşmesiyle Mümkün Olduğuna Dair” başlığı altında halifelikte başka bir noktaya temas eder. İbn Haldun’un şu yazdıklarını dikkatli okuyalım. Zamanımıza tıpatıp uyup uymadığına siz karar verin:
“Sultanın hükmü çok defa zalimce olur. Çünkü adalet şer‘î olan halifeliğe mahsustur. Halifeliğin ömrü ise pek kısadır. Resulullah: ‘Halifelik benden sonra ancak otuz yıl devam eder, bundan sonra insanlara zulüm ve tecavüz eden ısırgan hükümdarlık şeklini alır.’ buyurmuştur. Bundan dolayı insanların cemiyetler hâlinde birleşerek imar ettikleri mamur yerlerde servet sahibi kimseler kendilerini ve servetlerini koruyan kuvvetlere, hükümdarın akrabasından veya hükümdarın en yakın adamlarından rütbe sahiplerinin veya devlet ve sultanı koruyan asabiyetin himayesine sığınmaya mecburdurlar ki, bu yolla kendilerini ve servetlerini tecavüzlerden koruyabilsinler. Yoksa beyler, vali ve tahsildarlar her türlü hile vasıtalarıyla servetlerini yağma ederler.”
Tabiî bu hadisin sahihliği meselesi ayrı. Çünkü “hadis” deyince bir duracaksın. Hadis âlimleri boşuna kafa yormuyorlar. Ne kadar hadis zamanımıza gelebilmiştir?
Halifeliğin kaldırılışının 100. yılında öfkeleri kabaranlar. Halifeliğin Osmanlı’da yerini bulup bulmadığını araştırdılar mı acaba?
Hepsi bir tarafa “halifelik” mümkün mü? (Devam edeceğiz.)