Ey ahali! Şeriatıma gel!
Recep Tayyip Erdoğan: “Kampanyanın ikinci kulvarında ise farklı maskeler altında sahnelenen şeriat düşmanlığı vardır. İslam'ın hayata dair kurallarının bütününü temsil eden şeriata düşmanlık, esasında dininin bizatihi kendisine husumettir.” diyerek “şeriat” fitilini ateşledi. (1 Şubat 2024)
Saflar daha belirginleşti. Bir tarafta şeriat isteyenler (şeriattan tabiî ne anlıyorlarsa), diğer tarafta şeriat istemeyenler. Şeriat istemeyenler de grup grup... Toptan dini reddedenler, şeriatın uygulanamayacağını düşünenler, “Anayasa maddelerine bakın şeriat var mı?” diyenler...
2021’de yapılan bir ankette Türkiye’de şeriat isteyenlerin oranı yüzde 12 çıkmıştı.
Şeriatın en çok tartışıldığı şu zamanda, yine anket yapılsa ne çıkar?
Burada rakamların hiçbir önemi bulunmuyor. Çünkü “şeriat”ın ayrıntısından kimsenin haberi yok. Şeriat=İslâm. Bilgi bu kadar.
Dinde zorlama yoktur. “Şeriat isterük!” diye bangır bangır bağıranlar, şeriatın nasıl geleceğini düşünüyorlar mı acaba?
Öncelikle Bakara suresinin 256. ayetini akıllarına getiriyorlar mı? “Lâ ikrâhe fî’d-dîn=Dinde zorlama yoktur.)”
Diyanet’in Kur’ân Yolu Tefsiri’nde bu ayetin nasıl açıkladığına bir bakalım isterseniz:
“Din; bilgi, inanç ve amelden oluşan bir bütündür. Bir insana zorla bilgi verilebilir, fakat zorla inanması sağlanamaz. Çünkü iman kalbin tasdikidir, bildirilenin doğru olduğuna insanın içten kanaat getirmesi ve inanmasıdır. Bu inanma ancak serbest irade ile karar vermeye ve tercih etmeye dayanır. Ayrıca kalbin ve zihnin içinde olup bitenleri başkasının bilmesi mümkün olmadığından, zora mâruz kalan kimsenin “İnandım” demesi halinde bunun içteki duruma uygun olup olmadığı kontrol edilemez. Sonuç olarak bir kimse ne zorla inandırılabilir ne de zor altında inandığını söyleyenin içtenliğine güvenilebilir. Dinî amelin özü ihlâstır. İhlâs, yapılanların Allah rızâsı için gerçekleştirilmesidir. Zorla bir davranışta bulunan insanın dinî amelinden söz edilemez. Dinin en önemli iki unsuru olan “iman ve amel” zorlamayla olmayacağına göre “Dinde zorlama yoktur, insan zorla mümin ve dindar olamaz” cümlesi, tabiatta câri ilâhî kanunlar gibi kevnî bir gerçeği ifade etmektedir. Arkadan gelen ve bu cümlenin gerekçesi mahiyetinde olan “Çünkü doğru eğriden apaçık ayrılmıştır” ifadesi, bu kaidenin aynı zamanda bir dinî kural ve hüküm olduğunun karînesini teşkil etmektedir. Bu iki mânayı birleştirerek âyeti şöyle açıklamak mümkündür: Zorla imanın ve dindarlığın olmayacağı ilâhî bir kanundur.”
Bu açıklamadan çıkarabileceğimiz dersi ben söyleyeyim:
Herkes kendi şahsında inandığını uygulayabilir. Kimse illâ sen şunu yapacaksın, diye ahkâm kesemez.
Bütün kanunlar insanların saadeti için vardır. Şer‘î hükümlerin diyebiliriz ki, yüzde 80’i kanunlarda mevcut.
***
Ünlü ilâhiyatçımız Prof. Dr. Abdülkadir Şener Hocamız “şeriat” meselesine derinliğine vâkıf. Kendilerinden aldığım bilgiyi daha önce verdim. Tartışmanın giderek arttığı şu zamanda, hocamızı tekrar okumak elzem. Söz hocamızın:
“Şir'at” ve “Şerîat” kelimeleri Arapça olup sözlükte; pınar, kuyu ve gölet gibi suyun bulunduğu yerlere giden “yol” anlamına gelmektedir.
İslâm hukuku terimi olarak Şerîat ve Şir'at, Kur'ân ve sahih sünnette yer alan hükümler (normlar) diye ifade edilmektedir. Maide suresi 5/48'de: “Bilin ki Biz sizden her topluma bir “şir'at”, (yol) ve yöntem verdik.”, Casiye suresi 45/18'de: “Sonra senin için de uyacağın bir “şerîat” (yol) belirledik.” buyrulmaktadır.
“Fıkıh” kelimesi de Arapça olup sözlükte, anlamak, bilmek, kavramak gibi anlamlara gelmektedir. Bu her iki terim de dilimize ve diğer dillere “İslâm hukuku” diye çevrilmektedir. Oysa bu iki deyim arasında, eski dille söylersek, “Umum husus min vecih vardır.”; yani bu iki deyimden her biri, kapsam itibarıyla bir yönden genellik ve diğer yönden özellik ifade eder. Şerîatın kapsamı dar, fıkhın kapsamı geniştir. Elbette iç içe yönleri de var. Diğer bir deyişle, Şerîat İslâm hukukudur, fıkıh ise Müslümanların hukukudur denilirse, daha doğru olur, zorlamaya gerek yok, diye düşünüyorum.
Zira Kur'ân ve sahih sünnetteki hukukî hükümler sınırlı sayıdadır. Olaylar ve işlemler ise sınırsız ve değişkendir. Dolayısıyla ortaya çıkan yeni olaylar ve sorunlar için içtihada, yorumlara gerek duyulmuş ve “fıkıh ilmi” adıyla bir bilim dalı oluşmuştur. 1400 yıllık bir süreçte oluşan fıkıh ve fakihlerin (hukukçuların) içtihat, kıyas ve yorumlarından, örf ve âdetlerden oluşan fıkhî hükümler-kuralları, eşittir şerîat değildir, şerîatın beşerî yüzü ve Tanrısal olmayan veçheleridir. Üstelik bu hükümler ve kurallar, mezheplere, coğrafî bölgelere, toplumlara ve yıllara göre farklılıklar arz etmektedir. Hele o çağların anlayış ve şartlarının gereği olarak ileri sürülen ve benimsenen birtakım görüşlerin (kavillerin), fetvaların ve tercihlerin büyük kısmı ilelebet uygulanamaz. Çünkü “Zamanın değişmesiyle hükümler de değişir.” (Bkz. Mecelle m. 39).
“Âdil olan her hüküm (norm) İslam açısından da geçerlidir.” ilkesini benimseyerek, zamanla değişmesi icap eden ve günün şartlarıyla uyuşmayan fıkhî anlayış ve kurallar bir yana bırakılıp, yeni olay ve sorunlar için bilimsel esas ve çağdaş gelişmelere göre yeni fikirler, yeni görüşler ve âdil çözümler üretilmelidir. Kılavuzumuz, Kur'ân-ı Kerîm'in Hz. Peygamber'e hitap eden, dolayısıyla hepimize yönelik olan “(Yönetimle ilgili) işlerde onlarla (insanlarla) istişare et.” (Âl-i İmran 3/159) ve “Onların işleri aralarında şûrâ (danışma) iledir.” (Şûrâ 42/38) âyet-i kerîmeleri olmalıdır. “İstişare eden hüsrana uğramaz” özlü deyişini de belleğimizden silmeyelim. Nahl suresi 16/43: "Bilmiyorsanız bilenlere sorun.” ve Yusuf suresi 12/76: “Her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bilen biri vardır.” âyet-i kerîmelerini de unutmayalım.
Prof. Dr. Abdülkadir ŞENER