Eğitimi önemsiz sayıyorlar
Bizim toplumda, okuryazar insanlar dâhil, eğitimi, ekonomiden daha önemsiz sanıyor veya öyle düşünüyor. Hâlbuki tam tersi doğru. Eğitim, ekonominin ihtiyaç duyduğu nitelikli insanları yetiştirdiği için sanayi, bağlı olarak üretim, sonuç olarak kalkınma ortaya çıkıyor.
Mühendisin yoksa uçağı kiminle nasıl yapacaksın?
Uzay araştırmalarını hangi eğitimsizlerle başaracaksın?
Eğitimsiz doktor olmayacağına göre, sağlığını nasıl koruyacaksın?
Muska yazdırarak kanserden kendini kurtarabilir misin?
Daha çok örnek verilebilir.
Bütün bunlardan da anlaşılacağı gibi eğitim-öğretim, birinci öncelikli ve zorunlu bir kurumdur. “Eğitim şart” sözü, şakaya gelmeyecek kadar ciddi bir laftır.
Dikkatinizi çekerim. Türkiye nitelikli bir kalkınma başarısı gösteremiyor.
Neden?
Birincisi, Türkiye’yi yönetenler, eğitim kararlarını, maalesef rasyonel değil, ideolojik kaygılarla alıyor.
İkincisi, iktidar politikaları toplumsal gerçekle örtüştürülmüyor. Dolayısı ile iktidardakiler, nitelikli bir kalkınma politikası ortaya koymuyor.
Üçüncüsü ve en önemlisi de eğitim politikaları ile üretim (sanayi) ve kalkınma politikaları arasında ilişki kurulmuyor. Okul başka yöne gidiyor, ekonomi başka yöne. Bu durum ta en başından böyle başladı. Her biri başka yöne gittiği içindir ki, Türkiye nitelikli kalkınmayı bir türlü sağlayamıyor.
1857’de Maarif Vekaleti (Millî Eğitim Bakanlığı), kuruldu. İlk üniversite olarak kabul edilen Darülfünün 1870’lerde ancak kendine gelebildi. Birçok kere açılıp kapandı. Bütün özellikleriyle bir üniversite haline gelmesi ise Cumhuriyetten sonra oldu.
Bunları neden hatırlatıyorum?
Şundan: Türkiye gibi ta en başında sanayileşmeyi ikinci hatta üçüncü plana atan ülkeler için eğitim, sadece okumuş-yazmış, aydın insan yetiştirmek anlamına geliyor.
Kısaca eğitimli olmak, devlet bürokrasisinde imtiyazlı yer edinmek demektir. Bu sayede düzenli gelirin (maaşın) olur, standart bir yaşam kalitesine kavuşursun. Emekli olunca da maaş güvencen olur. Ömür boyu sağlık giderlerin karşılanır.
Halkta ve devlet bürokrasisinde halen daha bu bakış açısı hâkim. Okulun anlamı, devlet bürokrasisi ile sınırlı. Çalışma hayatı, iş dünyası, özel sektörle farzla ilişkilendirilmiyor. Hâl böyle olunca, eğitim sistemini (düzenini) kuranlar da buna göre davranıyor.
Bir başka kodlama da şu: Bizim kültürümüzde eğitim, “Terbiyedir.” Bu kavramın özünde, insanı belirli sınırlar içine alma, çerçeveleme, “Ahlak öğretme, ceza verme” anlayışı vardır.
Modern eğitim en başta, cezayı reddeder ve dışarıda bırakır. Sonra, “Ahlak öğretmeyi” de içine alan çok daha geniş, kapsayıcı bir kavramsallaştırma yapmayı gerektirir. Bu anlamda, “Bilgi, beceri, alışkanlıklar kazandırma” işlevine sahiptir. İnsanlar eğitimin, “Beceri kazandırma” amacına uygun olarak yeteneklerine göre öğretim görür ve mühendis, öğretmen, hemşire vb. olur. Bu mesleki yeterliklerin (liyakatlerin) alışkanlıklarını, ahlakını (iş ahlakını), öğrencilere modern eğitim kazandırır.
Terbiye, geleneksel medrese anlayışı ile daha çok dini ahlakı öne çıkararak, sosyal kurallarla insanı çerçevelemeyi, davranışlarını sınırlandırmayı amaçlarken, eğitim-öğretim, hem dini ahlakı ve hem de mesleki ahlakı ve hem de mesleki bilgi ve beceriyi eş zamanlı olarak öğretmeyi amaçlar.
İşte bu sebepledir ki Türkiye’de eğitimi yönetenler ve/veya pek çok eğitim düşünürü, eski alışkanlıklarla meseleye yaklaşarak, olması gereken eğitim felsefesi geliştirememiştir. Felsefe gelişmeyince bugünkü eğitim sonuçlarının ortaya çıkması normaldir.
İçinde bulunduğumuz süreç de dâhil, Türkiye’yi yönetenler, eğitim-kalkınma-sanayi ve gelişme arasındaki ilişkiyi halen daha kuramadı. Kuramadığı için Bütün okullar üniversiteye ulaşmak için koşuyor. Oraya ulaştıktan sonra mezun oluyor ve devlet bürokrasisi bu kadar mezunu işe alamadığı için, beklemede kalıyor.
Sonuç?
Hayal kırıklığı.
Bezginlik.
Gelecek kaygısı.