Devr-i sabık mı yaratılıyor?
Geçen haftaki yazımda belirttim. Yine aynı kanaatteyim. Başta TRT olmak üzere öteki televizyonlarda Tuncay Güney’in verdiği ifadeler yayımlandıktan sonra, adına Ergenekon denilen Ümraniye soruşturması bir hayli sarsılmıştır. Ancak bu durum devlet içi örgütlenmelerin olmadığını ortaya koymaz. Elbette NATO bağlamında tüm öteki NATO ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de Soğuk Savaş döneminde kontrgerilla teşkilatı kurulmuştur. Bunu bilmeyen de yoktur.
Yine Türkiye’nin bir dönem terörle mücadelesi kapsamında devlet görevlilerinin yetki alanı dışına çıkarak Susurluk misali ana caddeden saptığı da bir hakikattir.
Ancak Tuncay Güney üzerinden yürütülen ve temelde; meşru hükümeti devirme ve devlet içinde çeteleşme gibi iki önemli gerekçeye dayandırılan soruşturma seyri, işleyiş süreci dikkate alındığında yukarıda saydığımız kontrgerilla ya da Susurluk çetesiyle ilişkisinin net bir biçimde kurulamadığı da açıktır. En azından kamuoyu bunu net bir biçimde hissetmiyor.
Gelişmelerin seyri gözden geçirildiğinde ise yetkilerini terk etmiş, makamdan doğan gücünü bırakmış, emekli olduğu için de etkisizleşmiş, dolayısı ile görev dışına çıkmış ya da çıkarılmış ordu personeli ile daha çok hükümet muhalifi kadroların, bir takım çetelerle ilişkilendirilerek tasfiyesi göze batıyor. Bu durum, ister istemez, Başbakan’ın “hukuka” yaptığı vurguyu, kendisini destekleyen medyanın inandırıcılığını anlamsızlaştırıyor.
Dikkat ettiniz mi bilemem.
Sayın Cumhurbaşkanı bir yemek masası etrafında topladığı yargı ağırlıklı asker karışımı etkili ve aynı zamanda yetkili kadroları “uyum” adı altında bir araya getirdi. Ancak bu toplantının sıcaklığı henüz soğumadan, ART televizyonu ile bu televizyonun yönetim kurulu başkanı ve aynı zamanda Türk Metal-İş Sendikası’nın lideri Mustafa Özbek gözaltına alınarak İstanbul’a götürüldü.
Böyle bir gelişmeyi aklı başında olan herkes iki türlü yorumlayabilir. Birincisi Sayın Cumhurbaşkanı’nın verdiği yemek göstermelikti ve halka karşı Cumhurbaşkanı da elinden geleni yapıyor mesajını ulaştırmaktı. İkincisi ise Cumhurbaşkanı’nın söz ve davranışlarının hükmü yoktur. Esas olan daha başka kurumlardır.
Eğer esas olan başka kurumlarsa bu; ya hükümettir veya bizzat tarafsız yargının kendisidir.
Eğer tarafsız yargı ise başta yargısal kurumlar olmak üzere ülkede neden genel bir rahatsızlık vardır sorusu akıllara gelecektir. Cumhurbaşkanı’nın yemeğinde üst düzey yargı temsilcileri sırf laf olsun diye mi bir araya getirildi?
Hayır!
Demek ki, soruşturmanın yürütülüş biçimi bizzat yargı kurumları tarafından da doğru bulunmamaktadır.
Öyleyse Başbakan’ın onlarca baskın ve gözaltılar için “tarafsız yargıya bırakalım” söylemi inandırıcı bulunmuyor. Niye bulunmadığı ise bizzat yargı kesiminin itirazlarından anlaşılıyor.
Yok, eğer bütün bu gelişmelerin temelinde hükümetin yargıya müdahalesi varsa -ki aynı yemekte hükümet adına Başbakan da vardı- bu durum çok daha vahimdir. İkinci seçeneğin doğruluğu kesinleştiği takdirde Türkiye’de devr-i sabık yaratıldığı gün gibi aşikâr olur. Bu durum zaman zaman tartışma konusu olan yargı güvenliğine inancı derinden sarsar. Hükümeti vesayet altında bırakır ve gelecekte zora sokar.
Buna rağmen iktidar yanlısı kimi çevreler ve destekçisi basın, devr-i sabıksa sabık ne olacak yani diyebilir.
Peki derse ne olur?
En kestirmeden bu sorunun cevabı şudur: Zulümle payidar olunmaz. Gün gelir keser döner sap döner efendisinden de hesap sorar.