Deprem fırsatçılığı mı?
Deprem yüreğimizi yakıyor, en büyük acıyı 17 Ağustos 1999'da yaşadık. 7.4 büyüklüğündeki sarsıntıda binlerce insanımız hayatını yitirdi. Öncesi en büyük acı 26 Aralık 1939 Erzincan depremidir. 7.9 büyüklüğünde bir deprem ki, 1668'den beri bu şiddette görülmemiş. 30 binden fazla insanın hayatına mal olmuş, Erzincan bütünüyle yıkılmıştı.
TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası'nın bir açıklaması var. Ne dediklerine bakılmalıdır. (Bu açıklamaya sonra geleceğim.) Saray ve çevresi, "Onlar bizden değil!" derlerse hata ederler. Saray ve çevresinin kavmiyetçiliğinden, Cahilî zihniyetinden hakikaten bıktım. İlla kendilerinden olacak. Mutlaka Saray'a ubudiyetlerini ilân edecekler. Saray'daki gibi düşünmeyenler Ak Parti'den ayrıldılar. Vay ayrılan sen misin! Önce kurdukları üniversiteyi ellerinden aldılar, sonra zamanında kendilerine büyük hizmet vermiş bir vakfı. Enaniyet gözlerini yumdurmuş; hırs tavan yapmış, en ufak tenkide ve hele kendi içlerinden kopanlara tahammülleri yok. Orantısız güç kullanıyorlar. Hemen ezelim ki başlarını kaldıramasınlar, diyorlar. Böyle sürmez; kendilerini tüketirler.
Depremde bütün partiler insanlarımız için seferber oldu. Sağlıkçı Emine'yi hepiniz ekranda seyrettiniz, dinlediniz. Telefonla, enkaz altındakileri yönlendiriyordu. Emine, göçükte kalanlara tane tane hem Türkçe hem mahallî dille ne yapmaları gerektiğini anlattı.
R. T. Erdoğan afet bölgesine gitti. Moral için gerekli elbette. Enkaz önünde, can kurtarmak için zamanla yarışanların yanında görüntüleri vardı.
12 Kasım 1999'da, Düzce ve Kaynaşlı'yı yıkan deprem sonrası gazeteci olarak Kaynaşlı'daydım. Lokantaların ağır buzdolapları bile bir uçtan bir uca savrulmuştu. Enkaz altında insan aranıyordu. Adını unuttum, bir bakan oradan oraya gereksiz koşuşturup duruyordu. O sıra Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel geldi. Birkaç koruması vardı sadece. Ben yakınındaydım. Bakan Demirel'i enkazın yanına götürmek istedi, o, "Kalabalık etmeyelim, insanlar çalışsınlar." dedi, gitmedi. Anlayana diyelim, konumuza dönelim.
R. T. Erdoğan'a Emine'yi birileri hatırlatmış olmalı ki, hemen çağırttırdı, tebriklerini bildirdi.
Kameralar önünde bu tebrik bana normal gelmedi. Hani başörtüsünü bayrak yaptılar, olur olmaz yerde sallıyorlar ya burada Emine'nin başörtüsü Reis için bir ölçü müdür bilmiyorum. (Netameli günler... Bazı gazeteciler gibi, aman yanlış anlamayın babından ben de hatırlatayım: Kalabalık ailemin, yüzde 80'i başörtülüdür!) Geçenlerde, küçüklüğünde havale geçirdiği için konuşamayan ama duyan bir kızımız bir yarışma programında sevimliliğiyle gönülleri fethetmişti. Başörtülüydü. Ben de yazmıştım. Reis, onu telefonla görüntülü aratıp sohbet etmişti.
Başörtü bayrağı daha yükseklerde mi dalgalandırılmak isteniyor? Bakın başörtülüler nasıl başarılı, tebrike layık denmek mi isteniyor? Şüphedeyim.
Neden diye sorarsanız... Biliyorsunuz, MEB; vakıflara, tarikatlara, cemaatlere paket teslim. Öğretmenler için hazırlanan bir eğitim kitabında, başörtülü anne çocuğuna sımsıkı sarılıyor, şefkat gösteriyor, başı açık anne ise çocuğunu itekliyor, şefkat göstermiyor, bir de cinsî sapkınlık söz konusu. Kasten böyle örneklerin konduğu apaçık.
28 Şubat dönemlerinde nasıl başörtüsü hakkını, sakal hakkını savunduysam, şu dönemde tersi bir 28 Şubat dönemi yaşatmak isteyenlere karşı örtülü örtüsüz hakkını savunmayı, gazetecilik ötesinde insanî bir hak görüyorum.
Lâ ikrâhe fî'd-dîn!