Demokrasi mi Tiranlık mı geldi?
Ünlü siyaset bilimci Duverger, diktatörlükle ilgili kuramında, gelişme düzeyi yükseldikçe ordunun iktidara el koyma olasılığının azalacağını söylüyor.Devamında ise, ordu iktidara el koymuşsa tutuculaşmanın artacağını ileri sürüyor.
Demek ki Türkiye, doğal ilerleyişinin sonucu olarak gelişip yükseldikçe darbeler toplumu olmaktan kendiliğinden kurtulacaktı. Öyle ise hâlihazırdaki durum neyin nesidir?
İktidar bizi darbelerden kurtarmıyor mu?
Bunu anlamanın yolu, AKP iktidarının değişim çizgisindeki süreci irdelemekten geçer. İktidarın değişimi yönetme sürecine bakıldığında ortaya rekabete dayalı öç alıcı bir yol seçtiği gözleniyor. Kurumsal çatışmalar ve gerilim üzerinden yürütülen siyasetin, cumhuriyet değerleriyle “statükoya” karşı bir savaş niteliğinde olduğunu da kimse saklamıyor. Demek ki, Duverger’in sözünü ettiği bir süreçten çok, zorlayıcı siyasetin yönettiği durumdan kaynaklanan bir çevirme/dönüştürme faaliyeti geçerli. Sözünü ettiğimiz zorlayıcı siyasetin en yetkin enstürmanı yargı kurumlarından seçilen meşru güçler oluyor.
Mesela geçmişte darbe yapacağı varsayılıp söylenenler tam tekmil yargılanırken, sahici olarak, alenen ve kesinlikle darbe yaptığı bilenenlere kimse dokunmuyor. İşte bu durum, zorlayıcı siyasetin yargı aygıtını meşru güç olarak kullanarak toplumu dönüştürmeye çabaladığının apaçık delili sayılıyor.
Peki, bu durumda değişimin yönü için ne söylenebilir? Değişim bizi özlenen Türkiye modeline götürüyor mu?
Bu soruya peşinen hayır diyor ama gerekçelerimizi de belirtiyoruz. Böylece desteksiz atmak yerine temellendirmiş oluyoruz.
Özlenen Türkiye modeline gitmiyoruz; çünkü değişim, işlevsiz kalmış, topluma ayak bağı olan kurumları yenilemekten çok, iktidarın kendine engel gördüğü kurumları istediği çizgiye getirme biçiminde ilerliyor. Erdoğan hükümetlerinin “bunca yaptıklarımız karşısında neden bizi anlamıyorlar” demesinin özünde işte bu çelişki var. İktidar eliyle geliştirilip sürdürülen bu siyaset, sonuçları itibariyle bir taraftan haksızlıklar, derin adaletsizlikler, ağır mağduriyetler yaratırken öte taraftan da, hükümet tarafı kazanmış, karşısında olanlar kayıp etmiş biçiminde parçalı bir toplum ortaya çıkıyor.
Silivri’ye bakın. Orada iddianamelerde yazıldığı gibi gerçek suçlular olabilir, ancak derin mağduriyetler yaşandığı da bir hakikat. Toplumsal vicdan, ikiye bölünmüş durumda.
Özgürlükler çalınarak, toplumsal adalet sağlanabilir mi? Ya da hakkaniyet içermeyen bir karara, adalet denilebilir mi?
Çağımızın liberal düşünürlerinden Alain, denetimsiz her iktidarın iktidardakileri bozacağını söyler. Aynen bizde olduğu gibi. Bu tespitiyle Türkiye’nin durumunu izah etmiyor mu Alain?
“Seçmen seçileni denetlemelidir” derken haksız mı?
Değil elbette. İktidarın denetimini ortadan kaldırdınız mı, geriye demokrasiden eser kalmaz. Demokrasilerde yurttaş denetimini iki yoldan yapar: Birincisi hukuk kurumları olan mahkemeler eliyle, ikincisi de medya vasıtasıyla.
İçinde yaşadığımız değişim sürecinde her iki kurum da yandaşlaştırılmaya çalışılıyor. Böyle bir yapılanmanın neresi demokrasi ve gelişme oluyor? Alain’i okumaya devam edelim. Bence Türkiye’deki liberallerin de ders alacağı şeyler söylüyor.
“Yurttaşın iki erdemi direnç ve itaattir. İtaat ederek düzeni, direnerek özgürlüğü güvence altına alır. ‘İtaat’ yıkılırsa ‘Anarşi’, direnç yıkılırsa ‘Tiranlık’ doğar.”
Yazımızın başından beri anlattığımız gelişmeler bizi Tiranlık geldi tespitine götürmüyor mu? Hatta sırf bu ve benzeri sebeplerle Başbakana sorulmuyor mu “padişah mısın” diye.
Batılı liberal düşünür Alain, bu tespitleri yaparken önünde bir Türkiye manzarası yoktu elbet. Ancak tespitleriyle geleceği ve olacağı haber vermiş. Söyledikleri hem Türkiye’deki liberallere ders olacak nitelikte ve hem de durumu aynen izah etmektedir.