Çürüme doktrini: Seçkinliğin yeniden şekillenmesi ve toplumsal yozlaşma
Tarih boyunca toplumların yönetiminde belirli bir seçkinler sınıfı her zaman var olmuştur. Monarşilerde bu seçkin sınıfı aristokrasi, yani asalet oluşturmuş; devlet işlerinde görev alan yüksek bürokratlar ve kraliyet çevresindeki saray erkânı, toplumsal düzenin zirvesinde yer almıştır.
Ancak, modern dünyaya gelindiğinde cumhuriyet ve demokrasi değerlerinin benimsenmesiyle, bu seçkinler sınıfının yerini halkın iradesini temsil eden siyasetçiler ve teknokratlar aldı. Yine de, bu değişimin toplumların gerçek çıkarlarını korumak yerine yeni bir "varlık aristokrasisi" yarattığı gözlemleniyor. Bu aristokrasi, servet ve iktidarın birleştiği yeni bir sınıf oluşturdu; iktidarı ele geçirenler, devlet mekanizmalarını kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde dönüştürdü.
Yüzyıllar boyunca süregelen bu seçkincilik yapısının, modern toplumlarda demokrasi ve halk egemenliğiyle erozyona uğraması beklenirken, aslında tam tersi bir evrim sürecine girildi. Varlıklı ve güçlü kişilerin siyasette daha fazla yer almasıyla, demokrasi yozlaşma sürecine girdi.
Toplumdan alınan yetki, kişisel servet ve güç arayışı için kullanıldı. Böylece halkın yöneticilerden beklentisi yalnızca zenginlik vaadi ve refah değil; aynı zamanda bu varlığa ulaşmanın yolunu gösteren bir liderlik oldu. Bu, toplumun temel yapısının çürümeye başladığı noktadır.
Modern Seçkinciliğin Kaynağı: Demokrasi Yozlaşması.
Cumhuriyetin ve demokrasinin temel amacı, yönetim görevlerinin halkın iradesine dayanarak seçilen kişilerce yürütülmesi ve kamu yararına hizmet edilmesidir. Ancak günümüzde, bu temel amacın yoldan saparak siyasetçilerin bireysel servet peşinde koştuğu bir sistem hâline geldiğini gözlemliyoruz. Özellikle kapitalizmin küresel ölçekte büyümesi, siyasetçilerle varlıklı iş insanları arasında bir ittifak kurarak devletin kaynaklarını belirli ellerde toplayan yeni bir sınıf doğurdu.
Bu süreçte siyaset kurumu hizmet etmek yerine, servet biriktirme aracı hâline geldi. Varlık sahibi olmanın, siyaset sahnesinde gücün en önemli belirleyicisi olduğu bu düzende, halkın çıkarları göz ardı edilerek elit bir zümrenin çıkarları korundu. Böylece, modern seçkincilik doğdu; Para ve iktidar iç içe geçerek toplumu kendi güdümüne sokmaya çalışan yeni bir “varlık aristokrasisi”.
Yeni varlık aristokrasisi, siyasetçiler ve büyük sermaye sahipleri arasında oluşan bir güç ittifakıdır.
Bu ittifak, servetin devlet yönetimi üzerindeki etkisini artırmakta ve siyasetin ideallerden sapmasına neden olmaktadır. Paranın siyasete egemen olması, kamu kaynaklarının eşit bir şekilde topluma dağıtılmasını engellemekte, varlık sahibi olanların devlet politikalarını yönlendirmesine olanak tanımaktadır.
Özellikle ekonomik krizler ve toplumsal eşitsizliklerin arttığı dönemlerde, bu sınıf arasındaki ilişkiler daha da belirginleşir. Zenginler, siyaseti kontrol etmek için siyasi kampanyaları finanse eder, karşılığında ise kendilerine hizmet edecek politikalar ve yasalar talep ederler. Bu döngü, halkın siyasetten beklentilerini asgariye indirir. Çünkü halk artık toplumsal kalkınma ve refah yerine, varlıklıların çıkarlarına hizmet eden bir sistemin içinde yaşamaya başlar.
Siyasetçilerin kişisel çıkarlarını halkın önceliklerinin üzerine koyması, modern demokrasilerin en büyük krizlerinden biridir. "Muhteris" (hırslı ve açgözlü) siyasetçiler, kamusal gücü kullanarak kendilerine servet edinmekle yetinmeyip, bu serveti daha fazla siyasi güç kazanmak için kullanırlar. Bu döngü, sadece bireysel yozlaşma ile sınırlı kalmaz. Aynı zamanda siyasi kurumları da içeriden çürütür.
Bu tür siyasiler, toplumu manipüle etmek için popülizm ve demagojiye başvururlar. Halkın duygularına hitap ederek, gerçek sorunları çözmek yerine sahte vaatler sunar ve bu şekilde geniş bir seçmen kitlesini peşlerinden sürüklerler. Ancak, bu siyasilerin halkı kalkındırmak gibi bir amacı olmadığından, toplumsal kalkınma yerini daha fazla yoksulluğa ve eşitsizliğe bırakır. Halk, umut bağladığı siyasetçiler tarafından sürekli hayal kırıklığına uğrar ve bu hayal kırıklığı, toplumsal çürümenin bir parçası hâline gelir.
Seçmen kitlelerinin yozlaşmaya dâhil edilmesi kaçınılmaz bir sonun habercisidir.
En tehlikeli olgulardan biri, yozlaşan siyasetin geniş bir seçmen kitlesini de bu sürece dâhil etmesidir.
Siyasetçiler, kendi çıkarlarını korumak için halkın çeşitli kesimlerini yanlarına çeker ve onlara farklı vaatlerde bulunurlar. Bu seçmen kitlesi, yozlaşan siyaseti destekleyerek aslında kendi çöküşlerine de katkıda bulunurlar. Bir yandan, çıkar ilişkileri sayesinde siyasetçilerden kişisel menfaatler bekleyen bu kitle, diğer yandan toplumsal değerlere sırt çevirir ve sistemin bozulmasına göz yumar.
Bu, bir tür toplumsal çürümenin habercisidir. Kendi çıkarlarını toplumsal çıkarların önüne koyan geniş halk kesimleri, sadece siyasetçilerin değil aynı zamanda toplumun da çöküşüne katkıda bulunur. Bu çürüme kültürü, varlık sahibi siyasetçiler tarafından daha da körüklenir. Çünkü iktidarda kalabilmek için sürekli olarak bu yozlaşmış seçmen kitlesine bağımlı hâle gelirler.
Çürüme Doktrini, siyaset ve servetin birbirine bağımlı hâle gelerek toplumun değer üretme kapasitesini yok etmesiyle ilgilenir. Bu doktrine göre, toplumun en tepesinde yer alan varlıklı sınıf ve onları temsil eden siyasetçiler, kişisel çıkarlarını maksimize etmek adına devlete hâkim olurlar.
Toplumun kolektif çıkarları göz ardı edilirken, bireysel servet birikimi devlet kaynakları aracılığıyla sürdürülür.
Siyasetin ve devletin araçsallaştırılmasıyla birlikte toplumsal değerler, adalet, kalkınma ve eşitlik gibi kavramlar sadece söylemde kalır. Gerçekte ise siyaset-sermaye ittifakı, kamusal kaynakların özel servetlere aktarılması için kullanılır. Bu döngü, sadece siyasal yapıyı değil, toplumu da çürütür. Çünkü halkın beklentileri sürekli olarak düşük tutulur ve yozlaşma normalleşir.
Bu yozlaşma süreci, toplumun büyük bir kesiminin sistem tarafından dışlanmasına ve çürümeye terk edilmesine yol açar. Yoksulluk, işsizlik ve eşitsizlik gibi sosyal sorunlar büyüdükçe, halkın geniş kesimleri bu sorunlarla başa çıkamaz hâle gelir. Ancak, yozlaşmış siyasetçiler, bu sorunları çözmek yerine, kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde manipüle ederler.
Toplumsal değerlerin zayıflamasıyla birlikte, halkın siyasi beklentileri de azalır. Demokrasiye olan güven sarsılır ve geniş bir umutsuzluk hâkim olur. Bu umutsuzluk, siyasetçilere daha fazla alan açar ve çürüme döngüsü devam eder.
Toplumun bu çürüme sürecinden çıkabilmesi için, öncelikle bireylerin ve kurumların yeniden değer üretmeye başlaması gerekmektedir. Halk, yozlaşan siyasetin karşısında bilinçli bir duruş sergilemedikçe elinde sihirli bir değnek ile gelecek bir büyücü bulamayacak, rüyalarında gördüğü aksaçlı, aksakallı ihtiyarın yardımından mahrum kalacaktır.
Etrafında yozlaşmaya seyirci toplumun kurtuluşu mümkün değildir.
Seçtiklerimiz, seçenlerimizin kimliğidir. Bu hakikat ile yüzleşip “çürümeyi durdurmak kendimizden başlamak” şartı ile mümkündür.