Bir çarşaflı ve zillet
Dergâh, arada bahsederim, Millî Mücadele’yi destekleyen bir dergidir ve yakın tarihi anlamamız için, 42 sayılık bu derginin muhteviyatına -şu zamanda- hâkim olmak gerekir. Çok ama çok önemli hususiyeti İşgal altındaki İstanbul’da yayınlanmasıdır ve bu büyük bir cesaret işidir. Zaten sansür yüzünden birçok sayfası boştur.
“Andımız” okunmayacak; çocuklarımız üşümekten, titremekten, dişlerini şakırdatmaktan, hapşırmaktan(!) kurtuldular. Çok şükür! Yıllardır kimse kaldırmaya cesaret edemiyordu. 27 Mayıs’ın “hürriyet bayramı” diye kutlanmasını Kenan Evren gibi bir diktatör “Benim darbem asıl hürriyettir” (!) demek için kaldırdı. “Andımız”ı da Türkiye’yi dönüştürmek isteyen Öcalan-Erdoğan ikilisi... 80 yıl sonra ancak ikisi bir olunca cesaretlerini topladılar ve “Türk’üm” demeyi yasakladılar. Yasaklamayı meşrulaştırmak için bu andı yazanı ve dönemini kötülemek gerekirdi; bunu da iki tarafın “yandaşlar”ı üstlendiler. “Andımız”ın yazarı Reşit Galip ve dönemine gelmeden önce “Millî Mücadele”ye burun kıvıranlara, Millî Mücadele öncesini savunanlara Dergâh’tan bir anekdot aktarmak istiyorum. (Dr. A. Zeki İzgöer’le birlikte yaptığımız bir çalışmadan):
“Geçenlerde Kadıköyü’nde bir akşam üstü altın renkli jarse çarşaflı genç, güzel bir hanımla ona refakat eden genç bir mülâzıma bir Rum lokantasında tesadüf etmiştik. Olur a! Bu son senelerde bu gibi tesadüflerin hayret edilecek tarafı kalmış mıdır ki? Genç kadın, çarşaflı bir Müslüman hanımı olmak haysiyetiyle, yüzü lokantadaki Yunan zabitleri ve diğer yabancı müşteriler tarafından görülmeyecek surette, gülünç ve acayip bir vaziyette oturmuş ve hayâ ve ismet nâmına kâfi gördüğü bu ihtiyatla, önündeki dolu kadeh rakısını ikide bir refikinin kadehiyle tokuşturarak hem afîfâne ve hem de medenîce (âh, evet medenîce!) akşam yemeğini yiyordu. Eski millî faziletlerimize mukabil şimdi aramızda müthiş bir içtimaî tereddînin hüküm sürmekte olduğunu her tarafa neşir ve işâa etmek suretiyle bizi tezlîle ve insanlığın müzâheret ve itimadını bizden nez ettirmeye düşmanın yorulmaz bir gayretle uğraştığı bu çetin hayat ve şeref mücadelesi günlerinde, İstanbul’da gençliği ve üniformasıyla dolaşmakta bir beis görmeyen genç mülâzımın üstelik Müslüman kadınını böyle iğrenecek bir vaziyete düşürmesinin binnetice milletini, vatanını ve dinini tezlîl ettirmesinin hesabını biz soracak değiliz. Herkesin asâbı, kanı bir değil a! Kadına gelince; bulunduğu mevki-i içtimaîde onun için her rezalet bir hak değil midir? İstediği yerde, istediği vaziyette içmek onun hakkı değilse o hâlde ona o kadar pahalıya mal eylemiş olan ’serbestî’nin manası ne demektir? Namuslu bir kadından elbette bir farkı olacak. Bizim bu satırları yazmaktan maksadımız bu iki genci tecrim değil, fakat vâzı’-ı kanuna aklımızda cevabını bulamadığımız bir suali sormaktır: Bir kadına harcıâlem olmak hakkını veren, neden o kadını o hâlinde bile bir muhaddere kıyafetinde bulunmaya mecbur tutuyor? Bunun sır ve hikmeti nedir? Bir Rum lokantasında rakı içerken bile çarşaflı olmaya mecbur olan bu kadın bu suretle ismetin örtüsü olan mukaddes çarşafı ve onunla beraber Müslüman kadınının nâm ve şerefini de telvîs etmekten başka acaba ne yapıyor? Muhadderenin örtüsü neden aşüftenin de örtüsü olmalıdır? İşte bunu sormak istiyoruz!” (İstanbul’un Onbeş Günü “, Dergâh, S. C. 1, S. 12, 5 Teşrînievvel [1]337 [5 Ekim 1921]).