Beyinler nasıl köreltiliyor?!
Tarikatlar/cemaatler meselesine köklü bir hal yolu bulunmalıdır. Yoksa çok şey değişecek, insanlar bunalacaklar, kamplaşacaklar ve sonunda çatışacaklardır. Tabiî dönemin imkânlarından güçlenenler çok kan akıtacaklar, ülkemin insanları arasına düşmanlık tohumu ekeceklerdir.
Örneğini, bir tarikat/cemaatin önde gelen biri çok açık verdi:
“Hamas’ın Filistin’de yaptığını biz Türkiye’de yapmak zorundayız. Biz şu an itibarıyla eğer vakti zamanı iyi değerlendirebilirsek Türkiye’de bir devrimin olmaması için hiçbir sebep yok.”
Bu sözler karşısında bir başka “cübbeli” telaşla: “... ‘Hamas nasıl Yahudi’ye karşı başarılı olduysa biz de ayaklanıp Türk devletini yıkalım.’ meâlindeki sözü büyük bir provokasyon işaretidir. Hiçbir Müslüman, özellikle gençler devletin asker ve polisine karşı kıyam yaparak iç savaş provaları yapmak isteyen bu gibi kimselere aldanmasın.” deme ihtiyacı duyması neye işaret?
Hilafet gösterileri boşuna yapılmıyor. Cumhurbaşkanı makamında oturan zat bu hilafetçileri sahiplenirken “şeriat”ı öne çıkarması, niyet o olması bile, “En baştaki zemin mi hazırlıyor?” sorusunu akla getirmeyecek mi?
Dini kendilerince yorumlayan kişinin ihata ettiği bilgi sınırları içinde kalan, kula kul olan körelmeye mahkûmdur. İlim “kulluk” değildir; “şüphe”dir. İnkıyat eden, boyun eğen ilimle uğraşamaz. Örnekleri maalesef çok yakınımda var. Bu örnekleri gösterdim. Beyinlere yazılsın diye tekrar edeceğim: Bir yeğenim, üniversitede okumak caiz değildir, diyen bir cemaate teslim oldu, ancak ilâhiyata baba zoruyla yazıldı. İstemeye istemeye okudu ama bitiremedi. Aklı başına geldi. Bir yıl üniversite imtihanına çalıştı. En önlerde puan alarak istediği üniversiteye girmeye hak kazandı. Şimdi, tarikattan/cemaatten azade, kendi beyniyle okuyor.
Bir diğeri ise çok insanın tercih etmek istediği üniversiteyi bitirdi. TUBİTAK’in imtihanını birincilikle kazandı, doktora için ABD’ye gönderilecekti. Her şeyi bıraktı, Nurcuların bir koluna kapılandı. Said-i Nursî, Arapça-Farsça-Türkçe karması kitaplarından keramet umuyor. Dört duvar arasında beyinleri iğfal edilen gençlere bu kitapları okutuyor.
Bir başka bariz örnek: Ankara Yozgat arası ana yoldayız. Akşam vakti. Arabayı bir mola yerine çektik. O sıra bir otobüs geldi. İçinden 15-16 yaşlarında, cübbeli, takkeli, şalvarlı çocuklar indiler. Doğru mescide... içlerinden biri imam oldu. Saf tuttular, namaz kıldılar. Sonra dışarıda grup grup şakalaşmaya başladılar. Bir gruba yaklaştım. “Siz necisiniz?” dedim. Yozgat’ın Sarıkaya ilçesinde medrese öğrencileriymiş. “Devlet okuluna gitmediniz mi?” dedim. İlkokulu bitirmişler, medreseye geçmişler. “Sonra ne olacak?” dedim. “Hoca olacağız.” dedi içlerinden biri.
İnanın aklım çıktı. Taptaze, cevval beyinler Millî Eğitim’in takip ettiği çizgi dışında, “medrese” dedikleri köhne yapılarda, başıboş Arapça-Türkçe müfredatla okuyacaklar, zamanın ilimlerinden bihaber kendilerini köreltecekler. Madem medrese önemli, o zaman imam hatipler niye var, ilahiyat fakülteleri niye var? Kapatılsın bunlar!...
İki “beyin” örneğini kendi yakınımdan verdim. Hakikaten ilim kapısında, kim bilir nasıl mesafe alacak iki yeğenim, kör kuyuya itildiler. Biri çırpındı, yedi sene sonra kurtuldu. (Bu yeğenim aynı zamanda bir cemaatin darbe teşebbüsüne direnirken yaralanmıştı. Gazidir. Bir zamanlar manşetlerdeydi.) diğeri TUBİTAK’te kim bilir nasıl bir buluşa imza atacaktı. Dört duvar arasında Said’in kitaplarını didiklemekle meşgul. Lise çağında o kitaplara ben de daldım. Sırf meraktan. Ama kapılmadık; kör kuyuya düşmedik. Ne olduğunu anladık ve mesafemizi koyduk.
Beyinler çürütülüyor.
Demem şu ki; tarikatlar/cemaatler, bize ne verecekleri ne vermeyecekleri üzerinde âlimlerimiz, yazarlarımız kafa yorsunlar, kapı aralasınlar insanlarımızı uyandırsınlar.
Önümde, dini bilen, ileriye görenlerin hazırladığı bildiri mahiyetinde bir tarikatlar/cemaatler açıklaması var. Sonra bu bildiri üzerinde duracağız.