Başbakan neyin peşinde?
Başbakan’ın Davos macerasının yankıları sürüyor. Meseleyi tartışanlar parça üzerinden politik tartışmalara giriyorlar.
Dilerseniz önce sonuca bakalım. Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın, Şimon Peres’in de bulunduğu paneli terk etmesinin ardından, Peres’in özür dilediğine yönelik haberler asılsız çıktı. Peres, “Özür dilemedim, üzüldüğümü belirttim” dedi.
Zaten Başbakan da açıklamasında oturumu terk etmesinin asıl sebebinin Peres değil, oturum yöneticisi olduğunu söyledi. Bu durumda iki açıklama yan yana getirildiğinde meselenin neresinde İsrail’in telin edildiği açık olarak görülmüyor.
Başka sonuçlara bakalım.
Genelkurmay’dan yapılan açıklamada ise İsrail ile ilişkilerin sürdüğü açıklandı. “Milli menfaatlerimiz doğrultusunda” da süreceği belirtildi.
Bir diğer açıklama ise, İsrail’den geldi. Davos’taki panelin tarafları arasında bulunan Şimon Peres, Başbakan R. Tayyip Erdoğan ile yaptığı telefon konuşmasında, İsrail-Türkiye ilişkilerinden söz etmeyi ihmal etmedi. O da Genelkurmay gibi ilişkilerin öneminden ve sürdüğünden söz etti.
Öyleyse Davos’taki diklenip efelenmenin sosyo-psikolojik etkisinin dışında ne anlamı kaldı?
Ve bir başka soru: Filistin sorunu millileştiriliyor mu? Başka bir ifadeyle R. Tayyip Erdoğan hükümeti, bu sahiplenmeyle, Türkiye’yi yeni bir vesayet altına mı sokuyor?
Belki de asıl düşünülmesi gereken husus budur.
İsrail’in Gazze’de uyguladığı çocuk, kadın ve sivillere yönelik şiddet elbette vicdanı olan herkesi rahatsız etmiş ve etmektedir. Ancak şurası da bir hakikat ki, ne Filistin, Osmanlı sınırları içinde ne de Türkiye Osmanlı Devleti durumundadır. Öyleyse Filistin meselesini uluslararası ilişkileri zora sokacak kadar ileri götüren ve adeta Türkiye’yi meselenin zorunlu tarafı haline getirmek isteyen hükümet ne yapmak istiyor?
Eğer mesele “dini hassasiyetler” ve “din kardeşliği” ise, adama sorarlar: Kardeşim, Irak’ta binlerce sivil öldürülürken, türbeler, camiler ve kutsal mekânlar delik deşik edilirken Müslüman kardeşliği, nerede idi? Yok eğer, sorun Türkiye’nin bölgesel güç olarak kendi varlığını ortaya koymaksa, yine sorarlar: Irak’ta size tarihten bakiye kalan kırmızı çizgilerinize ne oldu?
Bu soruların cevabı bellidir.
ABD ve özellikle de Bush ile ilişkilerinde pasif politika izleyen Türkiye’nin mevcut hükümeti, hem kendi koyduğu kırmızı çizgileri kayıp etmiş ve hem de Davos’la eşzamanlı olarak düzenlenen “Kürt Konferansı’nda” dillendirildiği gibi, 2010 yılında Apo’yu bırakacak düzeye gelmiştir.
Dahası, önünde kovaladığı, dağda çatıştığı PKK ile sandıkta yarışma sürecine girmiştir.
VERSO Başkanı ve strateji uzmanı Erhan Göksel’in son açıklaması ürkütücü:
“Kuzey Irak’ta İsrail’in parmağıyla bir Kürt devleti kuruluyor. Benim korkum, bu işin Türkiye’ye de bulaşmasıdır. Eğer DTP 11-12 ilin hepsini alırsa, bu gündeme gelebilir. Roj TV’de Emine Ayna açıkça özerk bölgenin sınırlarının çıkacağını söyledi. Osman Baydemir, 10 gün kadar önce ’Bölgenin adını herkes telaffuz etmeye hazırlansın’dedi. Leyla Zana, Diyarbakır mitinginde, ’2010’da Abdullah Öcalan aramızda’buyurdu. Bütün bunlara soykırım hikâyeleri eklendi.
Bu şu demektir; diyelim ki, birbirine yapışık 10 il bir birlik kurdu. İsmine ne derseniz deyin. İsterseniz ’Güneydoğu veya Doğu Anadolu Belediyeler Birliği’. Batı dünyası, yerel seçimleri, genel seçimden daha çok önemsiyor. Biz aynen Hatay’ı öyle aldık çünkü. ’Biz özerklik istiyoruz’dedikleri zaman Birleşmiş Milletler (BM) kuruluş kanunlarından biri, self determinasyon ilkesidir.”
Kendi iç dinamikleri ve sorunlarını görmezden gelen Başbakan’ın, Gazze ve Hamas’a bu derece yakın görünmek istemesinin bir anlamı olmalıdır. Eğer bu politika İsrail’e Göksel’in belirttiği içerik bağlamında bir karşı koyma ise, bu adımlar çok daha belirgin olmalıdır. Yok, eğer salt din kardeşliği bağlamında bir karşı koyma ise, bilesiniz ki göz boyamadır.