Aşılamayan hassasiyetler
“Kızılbaşlık” cehaletine bir son verilmesi şart...
Biliyorsunuz, son tartışma, Yunus Emre Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Hayati Develi’nin “Osmanlı Türkçesi Grameri 2” de, içinde menfî manada “Kızılbaş” kelimesi geçen tarihî bir metinden alınmış örnek cümleden çıkmıştı. Kitap 2002’de yayınlamış ama işgüzar bir öğrenci, yaygara koparıp bileni, bilmeyeni, fırsat kollayanı, pusuda yatanı ayağa kaldırmıştı.
O cümlenin kitaba ilmin gereği alındığından şüphem yoktu. Onun için maksadı saptıranlara karşı “Kızılbaş”ın tarihi metinlerde ne manada kullanıldığına dair üç yazı yazdım.
O yazdıklarıma, “Türkçe”nin yetkin ismi, kimilerinin “dede” bildiği Prof. Dr. Fuat Bozkurt’un dahi itiraz edeceğini sanmıyorum. En fazla, “Başka cümle mi bulamadı örnek almak için.” diyebilir.
Nitekim, Eğitim Sen İstanbul 6 No’lu Üniversiteler Şubesi de tartışmaya müdahil olmuş ve “kınama” metninde KESK’ten beklenmeyecek yumuşak ifadeler kullanılmıştır. Metin, aynı zamanda benim yazdıklarıma bir cevap niteliği taşıdığı için, meseleyi tekrar ele almak istedim. (Hayati Develi’ye sordum, bu konu bir başka köşede işlenmemiş.)
Olgun davranamıyoruz, birbirimizi anlama erdemliğini gösteremiyoruz. Havadan nem kapıyoruz. Geçmişte siyasî çatışmaların bir tarafının Alevîler gösterilmesinin de bu hassasiyette büyük rolü var. Maalesef “kin” üzerine fikir inşa edilmek isteniyor.
Sünnîlere derim ki, gidin cemevlerine, insanların ne yaptıklarını görün. Dine aykırı bir şey varsa, gelin beni suçlayın! Kaç defa gittim, cemlere katıldım. (Yalnız bazı yörelerde hâlâ cemlere katılamıyorsunuz. Bunun aşılması lâzım.)
Konuya neden döndüm? Tarihte “Kızılbaşlık” idrakini ve bunun nelere mal olduğunu tekrar hatırlatmak için. Bir başka yazımda, Osmanlı şeyhülislâmlarının, padişahların bir bakıma baskısıyla verdikleri kabul edilemez fetvaların gözden geçirilmesi gerektiğini yazmıştım. (Zamanında bunu bana İlhan Kesici Bey hatırlatmıştı.)
Geçmişin şartlarını bugüne taşıyamayız.
Prof. Dr. Ali Sinan Bilgili’nin Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi’ndeki “Osmanlı Yazarlarının Algısıyla Türkiye-İran İlişkilerinde Siyasi Karakterin Dini Söylemi: Kızılbaş” (S. 27, 2003) başlıklı makalesi dikkatimi çekti.
Prof. Dr. Bilgili’nin başta verdiği şu bilgiler, “Kızılbaşlık” mahiyetini ve Osmanlı vak’anüvislerinin kelimeyi ne maksatla kullandıklarını açıkça ortaya koyuyor:
“Safevî Devleti kurulduğu günden itibaren ideolojisini, Anadolu Türklerine aktarmak isteğiyle yoğun bir politik enformasyonda bulundu. Bu propaganda özellikle konar-göçer Türkmenler üzerinde tesir yaptı. Safevî idealleri, propagandist kızılbaşlığın varlığı, Anadolu’da çıkan ayaklanmalar ve aşiretlerin İran’a doğru göçü, Osmanlı merkezi için rahatsız edici önemli bir problemdi... Safevî destekli iç isyanlar ve Safevîlerle yapılan savaşlar, Osmanlı ülkesinde pek çok kimsenin acı çekmesine, ... neden oldu.”
Kızılbaşlık Safevîlerle özdeşleştirilmiş ve Osmanlı’da, Kızılbaşlar, tepelenmesi gereken zümre olarak görülmüştür.
Şimdi öyle mi? Kendimize gelelim ve tarihin husumetini bu zamana taşımayalım, ilmî çalışma yapanları tedirgin etmeyelim.