“90 yıllık reklam arası”
Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi ürettiği politikalarla yıkıldığını hiç duymamış gibi davranan bir milletvekili “90 yıllık reklam arası...” diyerek yeniden 600 yıllık imparatorluğa geri dönüleceğini, imparatorluğun tarihte bırakılan yerde el değmemişçesine yaşadığını sanıyor.
Çok daha vahimi Osmanlı’nın varlığını hep kudretli günleriyle hatırlıyor olmalı ki 30 Ekim 1918’de bizzat sarayın bilgisi dâhilinde Mondros’ta sonunu getiren anlaşmaya imza attığından bihaber konuşuyor.
Eh ne yapalım... Cehaletin sınırı yok.
Sanırsınız ki Atatürk diye bir adam geldi, yolunda gitmekte olan bir imparatorluğun en gözde döneminde eline silahı aldı, yol kesti, adam kaçırttı. İnsanları dağa kaldırdı ve dedi ki: “Duur hemşerim! Buraya kadar. Ben bundan sonra 600 yıldır ayakta duran imparatorluğu yıkıyorum. Padişahlığa son veriyorum. Bundan sonra yerine cumhuriyet diye bir rejim getiriyorum...”
Ve dediğini yaptı. Böylece 600 yıldır sürmekte olan, devletimizi yıkan bir kimse haline geldi. Dolayısı ile de tepkiyi hak ediyor.
Tarih felsefesi olmayan, tüm zamanları ve dönemleri sabit durağan şeylermiş gibi algılayarak her dönemi her çağı birbirine eş gören binlerce insan var bu toplumda.
Gelişmelerle değişmeler arasında bağıntı kuramayanlar sebebiyle, tarihin belirli dönemlerinin aynısını aynı türden yaşayabileceğimize inandırılan kitleler de var maalesef.
Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd geleneğimiz 12. Yüzyıldan sonra kapandı. Düşünme geleneği kaybolan toplumların aydınlatma kaynakları kuruduğu için önlerini görmeleri zorlaşıyor.
Batıya bakın mesela..
Roma İmparatorluğu hukuku ile ünlüydü. Sınırları İngiltere’nin içlerine kadar uzanıyordu. Yıkılıp dağılınca topraklarında yüzlerce prenslik kuruldu. Zaman zaman krallıklar ortaya çıktı. Kilise, Krallara taç giydirmeye başlayınca da siyaset din ilişkisi nitelik kazandı. 9-10 yüz yıl süren bir kilise denetimli Orta Çağ dönemi yaşadı.
Uyanmasını kim sağladı bilin bakalım.
Önde filozoflar, ardından bilim adamları.
İtalya’da dağınık İtalya’yı bir araya getirecek fikri Machiavelli ortaya attı. Toplumu birbirine yapıştıracak kudretli bir mutlakiyetçiliği savundu. Kiliseye ayrı yer biçti.
İngiltere’de Hobbes’un sesi yükseldi... O da “karmaşayı ancak mutlakiyet durdurur” dedi ve kudretli bir devlet önerdi.
Fransa’da Bodin aynı şeyi yaptı..
Buradan uluslaşma/milletleşme ortaya çıktı. Baktılar ki durum çok sıkı, tek adam yönetimi iyi değil ve bilim ilerlerken sanayi gelişmeye başladı, yeni toplum biçimi ortaya çıktı, hemen ulusun özgürleşmesi için Jhon Lock’un Adam Simith’in sesi yükseldi: “Devlet sınırlandırılsın, birey özgürleşsin.” Liberalizm ve bağlı olarak kapitalizm, eş olarak demokrasi yeniden doğdu.
Fransa’da J. J. Rousseau, Almanya’da Hegel ve Kant, cumhuriyete, milli iradeye, kuvvetler ayrılığına giden yolu döşediler ve açılmasını sağladılar.
Batı, 1789 Fransız ihtilaliyle hürriyet, adalet, eşitlik diyen cumhuriyete dönüştü.
Sonra insan hakları, eşitlik ve hürriyet fikri tam 18. Yüzyıldan başlayarak 20. Yüzyılın ortalarına kadar sürdü. Aydınlanma çağı dediler ve Batı bugünkü uygarlığını yarattı.
Bakın bakalım Batı’ya. Kaç kişi “Büyük Roma devletimizi kuralım” diyor?
Hiç! Kaç kişi III. Lui döneminin tek adam yönetimine özeniyor? Peki, kaç kişi 9-10 yüz yıl süren Hıristiyan/kilise yönetim biçimine aşk methiyeleri düzüyor? Ve kaç Fransız cumhuriyete “reklam arası” gözüyle bakıyor, kaç İngiliz, kaç İsveçli kaç...
Hiç! Şimdi anladınız mı Batı neden uygarlık yaratıyor da bizimkiler Osmanlı arıyor? Çünkü kılavuzları karga değil...