Yolculuk
Kahramanmaraş yolculuğumun ilk durağı Ankara’ya doğru yol alırken eski güzergâhtaki duraklar aklıma geldi. Otoban yapılmadan önce yıllarca kullandığımız Bolu Dağı’nın dolambaçlı, her iki yanı kar ve sis direkleriyle tahdit edilmiş kimi zaman geçit vermez dağ yolu artık uzak bir hatıra. Çünkü hep acelemiz var. Varacağımız menzile dar vakitleri denkleştirip ucu ucuna yetişmek için her defasında hatıralarımızın peşinden gitmek yerine saatte yüz kırk kilometre hız yapabileceğimiz yolları tercih eder olduk. Kızılcahamam’ın eski konaklama mahalleri, Gerede’nin mola evleri neredeyse unutulup gitmiş görünüyor. Mevsimine göre yol boyunca kurulu derme çatma tezgâhlarda tarladan müşterinin ayağına getirilen meyvelerin tadını unuttuk.
Ankara, İstanbul’a göre her zaman sükûn içinde bir şehir olarak bir an önce varmak istediğim bir şehir olmuştur. Fakat bu sefer konaklayacağım yer Kızılay’ın göbeğinde olduğundan mıdır, yoksa akşamın en kalabalık saatinde oraya eriştiğimden midir kestiremediğim bir kalabalık ve telaş vardı. Eski GİMA binası önündeki merkez duraktan Esenboğa servislerine binmeye çalışan çift sıra olmuş valizlerine yapışmış insan sırası ayrı bir telaş yaratıyordu. Başkent olmanın verdiği bir başka duygu da bunda etkili olmalı diye düşündüm…
Ankara’nın eski sükûnu, gecenin erken saatlerinden itibaren telaş ve gürültünün yerini aldı. Kaldığım misafirhanede belli bir saatten sonra kendi kalp atışlarımı duyacak kadar derin bir sessizlik ve “titreşimsizlik” hâkim oldu. Bu kadar eski, küçücük odalı ama inanılmaz derecede temiz bu misafirhanede uyuduğum uykuyu başka bir yerde uyuduğumu hatırlamıyorum… Evet, Ankara hâlâ sakin bir şehir ama geceleri!
Ankara Niğde otoyolu Kayseri’ye ulaşımı çok rahatlatmış. Kırıkkale yolu her zaman yorucu, yıldırıcı bir güzergâh olmuştur benim için ama yol üzerindeki Hasanoğlan, bitmez tükenmez modernleşme takışmalarımızın ana başlıklarından köy enstitülerini hatırlamamama neden olur. Kafa köy enstitüleri tartışmalarına takla attırırken bir de bakmışsınız yol yarılanmıştır. Tabii bir de Hasan Dede Türbesi’ne uğramışsanız işin boyutu değişir.
Ben bir keresinde ama bu sefer İstanbul’a dönüşte Hasan Dede türbesine uğradım. Sonbahardı. Hava ayazdı. Bir sarman eşimin önüne atladı. Onu sevmeye başladık ki, arkadan iki tane de çomar geliverdi. Açız diye ciyaklıyorlardı. Arabada sandviçler, haşlanmış birkaç yumurta ne varsa çıkartıp önlerine koyduk. Köpeklerin haşlanmış lop yumurtayı bu kadar sevdiklerin ilk orada öğrendim. Bir defada ham yapıp yutuyorlardı. Elimizde bir şey kalmayana kadar hepsini seve seve verdik, yediler. Eşime dedim ki, “İyi ki bu tabelayı bana gösterdin, iyi ki girdik! Burada yatan zat, kerametini böyle gösteriyor zahir!”
Çünkü tam yol ayrımını geçecekken eşim tabelayı görüp beni “Bak burada da bir türbe varmış” diye uyardı ve ben istemsiz olarak hatta biraz da kendimizi tehlikeye atarak dalıverdim köy yoluna! Biraz önce ise zaman olursa, Ali Semerkandî türbesine uğrayalım konusu konuşulmuştu…
Güzergâh Ankara Niğde otoyoluna bağlanınca muhtaç hayvanlar yok sanıyorsanız yanılmış olursunuz. Durduğumuz bir petrol istasyonunda, pompacı arkadaşın dediğine göre belediye barınaklardaki köpekleri getirip bu tip yerlere bırakıyormuş. Çok şükür ki yanımızda az da olsa yine sandviç vardı ve onları da belediyenin petrol istasyonuna attığı çomarlara vererek yol yorgunluğumuzu hafiflettik.
Konya nasıl bozkırın çocuğu ise Kayseri de Erciyes Dağı’nın çocuğu. Çok uzaktan karlı zirvesini seyrede seyrede geldiğimiz bu şehir de geceleri sakin. Bir de çok temiz. Her şey dağın etrafında şekillenmiş. Türkülere konu olan “başı karlı dağlar” deyiminin başkahramanlarından biri de Erciyes olmalı. Diğer bir deyimimiz olan “Başı dumanlı dağlar” artık Erciyes için geçerli değil. Volkanik dumanlar kesilmiş ve artık başta duman yok!
Kayseri’den Kahramanmaraş il sınırına girildiğinde volkanik sarılık ve çoraklık birden bire bitiyor ve yeşil bir örtü hâkim oluyor. Maraş, etrafındaki bütün şehirlerden çok farklı bir habitata sahip. Ayrıcalıklı bir doğası var. Bu yüzden depreme rağmen bir yıl içinde kahraman şehrin hayatı yeniden filizlenmeye başlamış. Eskiler Şam için “Arabistan’ın Gelini”, Antep için “Anadolu’nun Gelini” derlermiş… Maraş mı? O, “Türkiye’nin Kahramanı”dır.
//////////////////////
1943 yılı kurtuluş kutlamaları
+++++++++++++
“Genç, ihtiyar, yüzlerce erkek koşa koşa kaleye doğru hücum ediyorlardı. 12 Şubat sabahının bir eşini yaşıyorduk. Kale’den yabancı bayrak indirilecek, bizim bayrağımız asılacaktı. Bir taklit veya hatırlama olduğunu bilmemize rağmen ürperme içinde idik. Maraş Kurtuluş Bayramı, bana topluluğun kudretini bir daha öğretti. Hiçbir tiyatro bu kadar muntazam ve güzel hazırlanamazdı. Zaten bu tiyatrodan üstün bir şeydi. Din ile sanatın birbirine karıştığı çağlardaki Misterler’e, gerçek gayesi bir eğlenceden ziyade bir nevi müşterek ibadet olan Orta Çağ oyunlarına benziyordu. Burada vatan ve millet denilen tanrılar kutlanıyor, onların yükseklikleri en gür sesle ilan ediliyordu.
Hiçbir rejisörü olmayan, hiç kimsenin rolü ve vazifesi kimse tarafından öğretilmeyen, sadece geriye dönmüş bir zaman gibi bundan sırasıyla on beş, yirmi, yirmi beş, sene önce yaşanan bu bayramın bütün ruhu, bir fecir vakti kaleye yapılan hücumdu. Ve Maraş, kendisini birden bire insanoğlu seviyesinin üstüne çıkaran ve yıkık şehri tanrılaştıran bu saati her yıl bir kere yaşıyordu.”
Ahmet Hamdi TANPINAR