Ülkemizde ‘Adalet Dairesi’
“Adalet Dairesi” diyebileceğimiz yönetimin, erbabı bilir ama, kuvvetler ayrılığı ile bağlantısını kurabilir miyiz?
Benimki bir fikir...
Diyeceksiniz ki, “Adalet Dairesi” ne?
Bir siyaset kurumudur: Din-devlet-toplum ile toplumun çeşitli kesimleri arasındaki ilişkileri formüle eder:
“Osmanlı Devleti, klasik dönemde Adâlet Dâiresi’ni kendine özgü siyasal bir kurum olarak oluşturup yaşatmış ve Osmanlı yöneticileri ile ilim adamları, devletin ayakta kalmasının veya çöküşten uzak yaşamasının bağlı bulunduğu esasları Adâlet Dairesi’nin ilkeleriyle izah etme yoluna gitmişlerdir. Son tahlilde adâleti ayakta tutan bir devletin ayakta duracağı, adâleti elden bırakan bir devletin ise yok olmaya mahkûm olacağı düşüncesi, klasik dönem Osmanlı siyasetinin temel prensiplerinden biriydi... Bu dâire, Osmanlı devlet-toplum ilişkileri geleneğinde belirleyici bir yere sahip olmuştur. Adâlet Dâiresi, devleti eleştirmede de kriter olmuş, Padişah ve diğer yöneticilerin zulüm yapmaları durumunda, Adâlet Dâiresi hatırlatılmış, bu dâireye göre hareket edilmediği takdirde devletin çöküşle yüz yüze geleceği vurgulanmıştır.” (“Osmanlılar’da Siyasal Bir Kurum Olarak Adâlet Dairesi”, Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi, S. 5 (2005)
Yine mesele anlaşılmadı... Bilinenler üzerinden konuşunca, bizim “bilinenler” dediğimizi bilmeyen geniş kesim elbette anlamayacak. Ejder Okumuş’tan özetleyerek açalım:
Adâlet Dâiresi, toplumun huzur ve mutluluğu, devlet, şeriat, saltanat, ordu, mal, halk ve hükümdarın adaleti şeklinde bir birine bağlı sekiz başlıktan oluşur. Daha kısa olarak “halk/çiftçiler, hazine, ordu ve kralın adaleti” diyebiliriz: Çiftçiler hazineye vergi öderler, hazine kralın hükümranlığını koruyup genişleten askerlerin maaşlarını karşılar ve kral, çiftçilere adalet dağıtır, onları zulümden korur. Müslümanlar, Adâlet Dâiresi’ni Kur’ân ve Sünnet’teki adalet anlayışına referansla zenginleştirmişlerdir.
“Adâlet Dâiresi”ni asıl formüle eden “ilk muallim” Aristo’dur. ( “İlk öğretici” unvanını veren Farabî’dir. Farabî de “muallim-i sânî” yani “ikinci öğretici” bilinir.) Aristo’dan İbn Haldun alarak kendisine özgü bir izah geliştirmiştir. İbn Haldun’un Osmanlı’daki tesiri -okudukça, araştırdıkça görüyorum- oldukça derin... Kınalızâde Ali Efendi’den (1510-1572), Naîma’ya ((1655-1717), Ahmet Cevdet Paşa’ya (1822-1895) uzanan zaman dilimlerinde İbn Hâldun kendisini gösterir.
İbn Haldun, “Mukaddime”sinde Mes’udî’den naklen Mûbezân’ın, Behram b. Behram’a “Baykuş” hikâyesi çerçevesinde söylediklerini aktarmaktadır:
“Ey hükümdar! Mülkün izzeti ancak şeriatla, Allah’a itaat ederek Allah için kıyamla ve Allah’ın emir ve nehyine uyarak tasarrufta bulunmakla; şeriatın ayakta kalışı ancak mülk ile; mülkün izzeti ancak ricâl (bağlı/tâbi insanlar ve ordu); ricâlin ayakta kalışı ancak mal ile; malı elde etmek ancak imaret ile; imareti sağlamak ancak adâlet ile mümkündür. Adâlet halk arasına konulmuş terazidir. Onu Allah koymuş ve hükümdarı da ona kayyim kılmıştır.”
Zamanımıza gelirsek: Bu şartlardan hangisi işliyor?
Naîma’nın görüşlerine yine veremedim. Ona geleceğim.