Padişahlık sistemine doğru mu?
Cumhuriyet'in 97. yılını kutladığımız şu günlerde geldiğimiz yere bakın!
"Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi" dedikleri sistemle, çok arzu ettikleri "padişahlık" ve hatta "halifelik" sistemine bayağı yaklaştılar.
Bir tarafta göstermelik de olsa TBMM varlığını sürdürdüğü için, "meşrutî" bir sistem sayabiliriz. Padişahlıkta hiç olmazsa "başbakanlık" yerinde "sadrazamlık" vardı. Yeni sistemde "tek adam" her şeye hâkim. Her şeye hâkim olmanın bir başka adı var ama yazamam! Dikkat ederseniz, bu sistemde -"şehzadeler" mi desem- çocuklar ve damatlar da ön planda.
Osmanlı'nın ulaştığı azamî sahasının hiç olmazsa yarısının yarısına ulaşabilirsen, halifeliği telaffuz edebilirsin. Sadece "telaffuz" belki... Başka "İslâm" ülkelerinin insanları dönüp şöyle bir bakar, mümkün olabilir, diye akıllarından geçirir.
Millî Mücadele'de, Hindistan Müslümanları (O dönemi Hindistan'ını Pakistan ve Bengladeş'le birlikte düşüneceksiniz.) Hilafet merkezi gördükleri Anadolu'ya yardım etmek istediler ve ettiler. "Hilafet merkezi" görmelerinin ve umut bağlamalarının asıl sebebi nedir? Hindistan İngilizlerin işgalinde... "Kurtuluş" için arayış içindeler. Türkiye'nin Batı'ya karşı başarısı, Hindistan Müslümanları için de bir umut olacaktır. Eğer Hindistan Müslümanları istiklâllerini kazanmış olsalardı, "Hilafet merkezi"ne nasıl bakarlardı? Halkı ayrı tutalım; devleti yönetenler, kendi üstlerinde bir başka ülkenin vesayetini, "halifelik" de olsa kabul ederler miydi? Onun için, hayal sınırlarını zorlayarak içimizde arıza çıkarmak isteyenler ve hatta çıkaranlar, ilk fırsatta hilafet bayrakları sallayanlar, kendi dar dünyaları içinde kendilerini kahrediyorlar. Hiçbir surette gerçekçi olamıyorlar.
Bütün dünyada fikir yürüten tabaka Huntington'nun Medeniyetler Çatışması'nı, Toynbee'nin, Kinross'un, Berdard Lewis'in kitaplarını bildikleri için Türkiye'ye aynı perspektiften baktıklarına şüphe yoktur.
Huntington, Daniel Pipes'in "In The Path of God-Islam and Political Power" (1983) kitabından şu satırları aktarır:
"Anomiden kaçabilmek için Müslümanların tek bir seçeneği vardır; çünkü modernleşme Batılılaşmayı gerektirir ... İslamiyet modernleşmeye alternatif bir yol getirmemektedir... Laikleşme kaçınılmazdır. Modern bilim ve teknoloji bunlara eşlik eden düşünce sürecinin ve bununla birlikte siyasal kurumların kabul edilmesini gerektirir. İçeriğin biçimden daha az önemli olduğu söylenemeyeceğine göre, Batı medeniyetinin egemenliği ve üstünlüğü kabul edilmeli ve ondan öğrenilebilecek şeyler öğrenilmelidir. Avrupa dilleri ve Batı eğitim kurumları kaçınılmazdır, İkincisi her ne kadar özgür düşünceyi ve serbest yaşamı teşvik etse de Müslümanlar ancak Batı modelini açıkça kabul ettikten sonra teknolojiye ayak uyduru[rurlar] ve gelişmek konumuna kavuşabilirler." (s. 197-198).
Huntington konuyu Türkiye'ye getirir:
"Bu sözlerden altmış yıl önce Mustafa Kemal Atatürk benzer sonuçlara ulaşmış, Osmanlı İmparatorluğu'nun kalıntılarından yeni bir Türkiye yaratmış ve ülkeyi modernleştirmek, yani Batılılaştırmak için büyük çabalara girişmiştir. Bir yanda din[î] gelenek, görenek ve kurumları İslam'a dayanan, ama diğer yanda da ülkeyi Batılılaştırmak, modernleştirmek ve Batı'yla bir yapmak isteyen yönetici elitlere sahip bir ülke. Yirminci yüzyılın sonunda dünyada birçok ülke Kemalist seçeneği izlemiştir." (Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması, Okyanus Yayınları, 14. bs., s. 98-99)
Huntington'un bu sözleri de tartışmaya açıktır. Yerden bitme değişme mümkün mü?!
(Yarın asıl meseleye geleceğiz.)