Osmanlı'ya düşman mıyız?
Sanki Osmanlı düşmanıymışız gibi anlatıyorlar. Sanki padişahların tamamını kendimizden saymıyormuşuz gibi aktarıyorlar.
Hayır efendiler!..
Kimse Osmanlı düşmanı değil.
Atatürk, hiç değil..
Atatürk, yönetim biçimi olarak Osmanlı hanedanlık sistemini; mutlak monarşiyi beğenmiyor. Osmanlı Devleti'nin kendisini veya Osmanlı tarihini değil.
Biz de öyle..
Devleti ve devletin yaşam süreci içinde meydana getirdiği tarihi ve elbette bu tarihin iyisi, kötüsüyle topyekûn varlığını, milletimizin devamlılığı, köklü bir geçmişi olması hasebiyle tümüyle "bizimdir" deyip kabulleniyoruz.
Peki itirazımız neye?
Mutlak monarşiye!..
Tek kişinin buyurgan yönetimine.
Oligarşiye…
Parlamentosuzluğa…
Halkın yönetimden uzak olmasına. Çoğunluğun gözardı edilip, merkezi iktidarın kesin hükümranlığına itiraz ediyoruz.
Başka?
Anayasasız yönetim biçimine.
Hukukun üstün sayılmayıp, siyasal iktidarın üstün sayılmasına.
Yönetimin denetlenmemesine itiraz ediyoruz.
Bütün bunlar karşısında Cumhuriyeti benimsiyoruz. O da yetmiyor içinin demokrasi ile doldurulmasını, hukukun üstün kılınmasını, insan hak ve hürriyetlerinin standartlarına uygun olarak bizim ülkemizde de uygulanmasını istiyoruz.
Atatürk işte bunun yolunu açan devlet adamıdır. Bu sebeple onu benimsiyor ve seviyoruz.
Hepsi bu kadar mı derseniz, kısmen evet. Daha başka sebeplerimiz de var: Mesela, kültürel yabancılaşmanın sona ermesi açısından da Osmanlı yöneticilerini eleştiriyor, Atatürk'ü benimsiyoruz.
Osmanlı yönetim sistemi dört önemli konuda toplumsal gerçeğine (Kendine) yabancılaştı.
Birincisi soyda yabancılaştı.
Oğuz Türklerinden Kayı Boyu beylerinin kurduğu Osmanlı Devleti, obadan saraya taşındıktan sonra, obaya ve boya uğramaz oldu. Süreç içinde padişah olan Kayı'ların beyleri, artık kıl çadırlara bakmaz hale geldi. Bu sosyal mesafe giderek kendi döngüsü içinde soya yabancılaşmayı getirdi. Kayı Beyleri, saraylı olduktan sonra, unuttukları obadan hısımlığı da kaldırdılar.
İkincisi, dilde yabancılaşmadır.
Oba-Saray farklılaşmasının en büyük kırılmalarından biri dildir. Arı duru Türkçe'nin yerini, şehirli medresenin Arapça-Farsça karışımı, elit dili aldı ve saray bürokrasisinin dili haline geldi. Edebiyatta, yazışmalarda bu kırma karışım dili kullanılmağa başlandı.
Bu yabancılaşmanın uç noktası "Osmanlıca" kavramsallaştırmasıdır.
Üçüncüsü, bürokraside yabancılaşma.
Dönme devşirme sistemiyle, eğitip yetiştirdiklerini Enderun ve acemioğlanlar kışlasında yeniden inşa ederek, Saray kendi bürokrasisini kurdu.
Böylece kendi köklerinden (Kayı ve diğer Türk boylarından) uzak, devşirme bürokrasisi gelişti. Süreç içinde Sultan'ın yakın çevresini, evlendiği kadınlar, devşirdiği bürokratlar ve ulemadan bazı kimseler oluşturmağa başladı. Artık bir zamanların büyük kurultaylarında toplanan Türk boylarının beyleri yoktu. Bu yabancılaşma son dönemlerde Türk'e hakarete vardı. "etrak-ı bi idrak (idraksiz Türkler)" lafı, Köklerden kopuşun vahametini gösteriyor.
Dördüncüsü bilime yabancılaşma.
Osmanlı medreseleri, batıdaki katolik okulları gibi, birer dini okul olarak kurulmuşlardı ama, kendi kurumsal varlığı içinde yarattıkları skolastiği aşamadılar.
Sürekli tekrara düştüler.
Ne Selçuklulardan örnek almayı başarabildiler ve ne de Avrupa'da Rönesans sonrasında gelişen bilimsel gelişme ve ilerlemeleri takip ederek eğitim ortamına taşıyabildiler. Böylece medreseler kendini dönüştüremedi.
Donuk kaldı.
O donuk kaldıkça, duraklama kaçınılmaz hale geldi. Çünkü ilerleme karşısında, duraklayan eğitim sistemi, değişimi yönetemezdi. Toplumsal çevirimi gerçekleştiremezdi.
İşte Atatürk, toplumsal sapmaları durdurarak, fabrika ayarlarına dönmenin yanında geciken bilimsel ilerlemeleri güncelledi.