O nedenle şaşırıp kalıyorum ya…
Hayatın içinde o kadar güzel, muhteşem olaylar oluyor ki bunların her biri de insana yaşama umudu veriyor.
*
Mesela, yağmurun toprakla buluşmasında, binlerce nebata ve mahlukata hayat verecek suya kavuşacak olan toprağın sevinç çığlığını hiç duydunuz mu siz?
“Bekleyin, şimdi can suyunuz geliyor.” diyerek, onlara suyun müjdesinin verilişindeki mutluluğun nasıl bir şey olduğunu hiç aklınıza getirdiniz mi?
Getirmedinizse bile, o çığlığın bereketi müjdeleyen bir çığlık olabileceğini şöyle bir güzel düşünsek mi diyorum?
*
Denizin aracılığıyla...
Ormanın aracılığıyla...
Irmağın aracılığıyla...
Yağmurun aracılığıyla, insanın anlamasını istemişti ya biz işte onu ne kadar anlayabiliyoruz, ya da ne kadarını anlayabildik, orasından emin değilim.
Eğer hayatın kendisine ve içindekilerine ihanet edilirse, hayat da kendisine ihanet edenlere hiç acımadan onları cezalandırır da o cezanın nereden geldiği bile anlaşılmaz.
*
Ama bir şey olur.
Bu sefer de insanoğlu, kendisini cezalandıran, hayatın bir parçası olan doğaya kızar.
Denizin delirmesine…
Nehrin taşmasına…
Yağmurun şiddetine…
Kar ve fırtınanın hiddetine kızar öfkelenir, sinirlenir.
Bir kere bile olsun kendine öfkelenmez insanoğlu.
*
Hani bazen kendi kendime:
“Neden büyüdük? Çocuk mu kalsaydık?” diye, içimden geçirdiğimde, isyan etmiyor da değilim.
Oysa bütün güzellikler…
Renklerin en parlak halleri…
Arkadaşlığın candan…
Dostluğun karşılıksız…
Denizlerin tertemiz duruluğu…
Çiçeklerin capcanlı…
Ormanın rengarenk ve oksijen yüklü olması…
Irmağın coşkuyla akması…
Yağmurun sulusepken yağışı, meğer ne kadar güzelmiş çocukken.
*
Demek ki kimi insanlar -belki de- hayatı bozmak için büyüyorlar.
Doğayı…
Denizi…
Dereleri, ırmakları bozmak için!
Ve hayatın bozulduğunda da insanoğlunun patavatsızlığını, arzularının sınırsızlaştığını düşünüyorum.
O zaman da dünyada toprak betonlaşıyor…
Denizler dolduruluyor...
Ormanlar yok ediliyor...
Var olan toprak çoraklaşıyor.
Aslında bütün bunların tanımsızlığının nedeni, insanın kişisel hırsının ve paranın gücünün itelemesiyle oluşuyor, diye düşünüyorum.
*
Ve İnsanoğlu kendi elleriyle hayatın içine ettiğinde, vicdansızlaşıyor ve kendi yaşam alanlarının dışında her yeri tarumar ediyor.
*
Elbette, hayatın dilinden anlayan çok az vicdanlı azınlık; bütün bu yok edilişlere, yapılan bu olumsuzluklara, çaresizliklere rağmen, bir küçücük umudun peşine düşerek, hayatın yaşanır hale gelebilmesi için var gücüyle çalışıp duruyor.
*
Aksi halde bu dünyanın toprağı;
Ağacı…
Havası…
Suyu kendilerine ihanet edenlere bedelini ödetir.
Sel ile ödetir…
Yel ile ödetir…
Toprağın kaymasıyla ödetir.
Ödetiyor da…
*
Neden öyle diyorum biliyor musunuz?
Benim yetmiş yıla bir basamak kala, yaşamın bana öğrettiği şey şu:
Yaşam demek;
Dengelerin korunması, dengelerin bozulmaması demek, aynı zamanda.
Haraketlilik demek.
Canlılık demek.
Uyum demek.
Aksi halde bozulan o dengenin tekrar yerine oturtulması, o kadar zor ve o kadar büyük bedeller istiyor ki şaşırıp kalıyor insanoğlu.
O nedenle şaşırıp kalıyorum ya ben de!