Nurullah Ataç bugün yaşasaydı
Nurullah Atâ, “Bugün Fransa’da temâşâ edebiyatının ne kadar âdi olduğunu izaha hacet yok...” dedikten sonra ilâve eder:
“’Zina tiyatrosu’tesmiye edilen tarz bütün tiyatrolarda hükümran.”
Yıl 1921’dir.
Nurullah Atâ, bildiğimiz Nurullah Ataç (1898-1957)’tır.
Dili de ağdalıdır. Zamanının Türkçesine göre çok daha fazla Arapça, Farsça terkiplere yer vermiştir. Dergâh yazarları içinde en ağdalı dil kullananlardan biridir Nurullah Atâ (Ataç).
Nurullah Ataç sonra öyle bir dönecek ki, “uydurukça” nın ağababası olacak, ne kadar Arapçadan, Farsçadan girmiş kelime varsa silip atmak isteyecek, yerlerine uysa da uymasa da uydurduğu pek çok kelime ikame edecektir. Türkçeden atılınca “Türkçe” kalmayacak kelimeleri atmaktaki maksadı “İslâmiyet” le olan bağı zayıflatmak ve hatta kesmektir.
Mustafa Kemal, bir ara “arı Türkçe”yi denemiş ama, pragmatik zekâsıyla ortada “Türkçe” kalmadığını görünce hemen vazgeçmiştir. Mustafa Kemal’in ölümünden sonra, Türkçede ayıklamalar hızla devam etmiştir. Nurullah Ataç, yazar olarak bunda öncü olduğu gibi Türk Dil Kurumunda fiilen de çalışmıştır.
Mektep arkadaşım Nurettin Satkın, Ataç’ı ve felsefesini inceleyerek bir yüksek lisans ortaya koymuştur. Önemli tespitlerini bana da göndermiş, ama ele alma fırsatım olmamıştı. Diyebilirim ki, Cumhuriyetin materyalist bir yüzü Nurullah Ataç’ın felsefesidir.
Bu felsefe benim kabullenmediğim, Türkiye’de fikrî sancıların kaynağı gördüğüm felsefedir. Bu felsefeye şimdi girmeyeceğim; ileride kitapta ayrıntılı vereceğim.
***
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Nurullah Ataç için kitap çıkarıyormuş, birçok yazar ve araştırıcıdan yazı almış.
Bu kitapta Nurullah Ataç’ı “her yönüyle” görebilecek miyiz? Sanmıyorum. Nurullah Ataç’ı yazabilmek mantık ve yürek ister. İdeolojik körlük mantığı ve cesareti yok eder. O bir gaye için mücadele etmişti. (Kızı Meral Tolluoğlu’nun “Babam Nurullah Ataç” kitabında onun mücadelesinin ipuçları verilmiştir.) Kuru övgüleri Nurullah Ataç da istemezdi; felsefesinin üstü örtülmesi onu muhakkak üzerdi. Bakanlığın kitabı çıksın, göreceğiz.
***
Asıl vermek istediğim Nurullah Ataç’ın “Nurullah Atâ” imzasıyla yazdığı yazıda temas ettiği “zina tiyatrosu” dur. O dönemlerde sinema başlangıçtır, televizyon zaten yoktur, seyirlik alan “tiyatro” dur, bütün yazılanlar da tiyatro üzerinedir.
Ataç’ın “âdi” bulduğu oyunlardaki “zevç-zevce-dost” üçgenidir. Erkek, karısı ve birinin veya her ikisinin sevgilileri arasında yaşanan olaylar.
“Zevç-zevce-dost” üçgeninde yazılan oyunlar “zina tiyatrosu” diye adlandırılıyormuş. (Yoksa Nurullah Ataç kendisi mi bu ismi verdi?!)
***
Ataç bugün yaşasaydı herhâlde “zina tiyatrosu” tabirini daha hafif bulur, yeni bir isim arayışına girerdi.
20. yüzyılın başlarında karı-koca ve ikisinin sevgilileri bile rahatsız edici iken, bugün, üçlü-dörtlü ilişkilerden beşli-altılı ilişkilere geçilmiş, partnerler daha yakından aranmaya başlanmıştır.
Mesele iki kızkardeşin bir adama sevdalanmalarını bırakın ilişkiye geçmeleri, anne-kızın aynı adamla biri sabah, diğeri akşam yatağa girmesi... Hangisini sayayım neler var neler... Karı-koca-sevgili üçgeni zamanımızın oyunlarında çok masum ilişki!
***
Senaristlerimiz çok üretken maşallah... Konu bulmakta hiç zorluk çekmiyorlar. Birbirinden kopyaladıkları konuları takdim tehir ederek seyirciye yutturuyorlar!
Öyle bir kopyalama ki, isimleri bile aynı... Bir bakıyorsunuz “Toprak” ismi furyası var, bir bakıyorsunuz “Yaman” ismi her dizide... “Eylül” vazgeçilmez bir isim!
Dizilerde holdinglerden geçilmiyor. Hemen her dizide bir holding binasını görürüz.
Bir diziyi seyret diğer diziyi anlarsın.
Biz şimdi “kimin eli kimin cebinde” belli olmayan bu dizilere bir “edebî” ad bulalım!