Narin acısı bize çok şey hatırlattı
Diyarbakır’ın şehre yakın bir köyünde hayatı yeni tanımaya başlayan, 8 yaşında sevimli mi sevimli Narin’in katli bütün Türkiye’yi yasa boğdu. Katledenlere duyulan öfke dağları, denizleri aştı, Türkiye’nin bir ucundan bir ucuna yürekleri yaktı.
Yürekler Narin’e yanarken akıl almaz bir vahşet haberi de Tekirdağ-Malkara’dan geldi. 2 yaşındaki kız çocuğu dövülüyor, en iğrenç muameleye tâbi tutuluyor.
İnsanlar nasıl canavarlaşıyorlar, nasıl ilkelleşiyorlar, nasıl kendileri olmaktan çıkıyorlar?!
Sosyologlar, psikologlar -kesinlikle iktidarın görüşlerinden bağımsız- iki olaydaki canavarlaşma üzerinde durmalı.
Diyarbakır’ın köyünde Narin’in, en yakınlarının vahşetine maruz kalarak hayatını yitirmesi, günlerdir basın yayın organlarının birinci haberi... Haberlerde köyün ucu bucağı gösteriliyor.
Köyde ağaçlıklı, ekili topraklar, bozkırlar, işlenmemiş alanlar hiç dikkatinizi çekti mi? Bu topraklar işlense, ağaçlandırılsa nasıl bir görüntü ortaya çıkar?
***
Önce geçmişe uzanacağım. Güneydoğu ve çocuklar için ne yazmışız ona bakacağız. Sonra asıl söylemek istediğime geleceğiz.
Bir tarihte Van-Bahçesaray’a kadar gitmiş, ayrıntılı röportaj yapmıştım. Bahçesaray’da bir “satranç şenliği” düzenlenmişti. Davetliydim. Uzun bir röportaj... O röportajdan “Güzel çocuklar” başlığı altındaki satırları alacağım:
“Bahçesaray’da çocuk çoktu ve hepsi güzeldi... Satranç şenliğinde çocuklar bir oradan bir oraya koşturdular durdular. Belediye Başkanı Naci Orhan’ın ağabeyine [Faruk Orhan] sordum: Niçin çok çocuk? Şu cevabı verdi: Yollar kapalı... Sekiz ay buradasın... Türkiye’nin en güzel balı bizde... En güzel cevizi de... Bizde çocuk çok olmasın da kimde olsun!”
***
Yazı dizimden bir ara başlık daha vereceğim: “Bask mı güzel, Güneydoğu mu?”
İspanya ile Fransa arasında bölüşülmüş Bask bölgesi geçmişte okuduğum kitaplar ve yazılarda “çok güzel” diye tavsif edilirdi. Birincisi bu güzelliğinden; ikincisi “siyasî çözüm” için Güneydoğumuza mümasil gösterilişinden dolayı merak ederdim. [İspanya-Bask bölgesine gittim ve ayrıntılı yazdım] Aman Allah’ım! Bu kadar efsunlu bir güzellik düşünemezdim... Deniz, dağ, kanallar ve yeşil, yeşil, yeşil...
Fakat bir eksiği vardı?
Ne idi bu eksik?
Hissediyorum; adını koyamıyorum...
Sonunda buldum... Her şey çok güzeldi; ancak, bâkir değildi! İnsan elinin değmediği yer kalmamıştı. Dağa, taşa, ormana, denize insanoğlu bir düzen vermişti. Yollar düzgün, ağaçlar düzgün, evler düzgün, otlar düzgün, çalılar düzgün, atlar düzgündü!.. Güneş bile şavkını vururken simetrik şekil alıyordu.
İşte bu nizam, güzelliği sün’îleştiriyordu.
Beni rahatsız eden bikrin izalesiydi açıkçası!
Bahçesaray bâkirdi... Öylesine bâkirdi ki, insanoğlu, ağacı bile tabiata havale etmişti. Kargalar ceviz dikiyor, rüzgâr kavak tohumları saçıyordu. Müküs vadisinden Arvas vadisine doğru akıp giderken dağ yamaçlarına bir bakıyorsunuz, bir top kavak ağacının dik bayırda tutunmak için gövdesinin dayanabildiği kadar toprağa abanıyor. O kadar özenli sıralanmış ki... Şaşırıyorsunuz. Mutlaka bunları insanlar dikmiştir diyorsunuz. Fakat insanların bu bayırlara nasıl tırmanıp da ağaç diktiğini bir türlü bulamıyorsunuz. Yörenin insanı zihninizde biriken sorularınızın cevabını bir cümleyle veriyor:
- He vallah kendiliğinden çıkmıştır!
Dağ bayır ceviz ağacı... Gövdesini kavrayabilmeniz için üç-beş insanın halka olması lâzım...
Yine soruyorsunuz... Ne zaman dikilmiş bu ağaçlar?
- He vallah bilmiyoruz... Dedemin zamanında da varmış. Dedem anlatırdı... Dedemin dedesinin zamanında da varmış... Dedesi, dedesinin dedesini dinleyebilmiş olsaydı, o da dedesinden bu ağacın varlığını haberdar edecekti!
Bu kadar ağaç kendiliğinden mi yetişti?
- He vallah kendiliğinden yetişmiştir!”
***
Karga ceviz dikiyor!
Kargaların yem saklama alışkanlığı varmış. Bunu da her karga yapmıyormuş. Arvas köyünde köyün büyüğü İbrahim Arvas’ın oğlu söyledi: Ala kargalar saklayıcı özelliğe sahipmiş... Kargalar yiyebildikleri cevizleri yiyor, ihtiyaç fazlasını (!) da lâzım olur diye, dağ bayırda yumuşak bir zemin bulup gömüyormuş. Tabiî tamahkâr karga gömdüğü ile kalıyor, bir müddet sonra ceviz tohumu filiz vermeye başlıyor.
Sincaplar da aynı özelliğe sahipmiş. Sincapların bu özelliğini de nerede dinlemiştim biliyor musunuz? Sırbistan’da Belgrad’da... Belgrad’ın yöresinde de pek çok ceviz ağacı varmış. Sincaplar, yiyecek saklamak için cevizleri gömüyormuş.
Hak Taalâ, dünyayı bir dengeyle yaratmış... Hiçbir şey tek başına bir varlık değil... Her varlık izafîdir, biri diğerine muhtaçtır.
Bir belgesel film seyretmiştim. Bir yerde çakalları öldürmüşler de yöreyi tamamen fareler istilâ etmiş. Sonra çakallara hürriyet tanımışlar!
Arvas köyünün yetiştirdiği büyük mutasavvıf Şeyh Fehim Hazretlerinin müridi Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin şu sözü bu konuya münasip düşmektedir:
“Allahu Taalâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lâzımdır. Meselâ buğday hasıl olması için tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lâzımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahu Taalâ’nın bu âdeti içinde meydana gelmektedir.”
(Bahçesaray’a 15 km. uzaklıkta Arvas köyüne o zaman RTÜK üyesi olan yakın zamanda kaybettiğimiz D. Mehmet Doğan ve 100. Yıl Üniversitesi’nden Celil Güngör, aynı üniversiteden Bülent Arı, şair-yazar Müştehir Karakaya ile birlikte gitmiştik.)
Abdülhakîm Arvasî’yi Necip Fazıl Kısakürek “O ve Ben”de anlatır.
Niye bu meselelere girdim? Yazacağız.