Mızrağın ucu dokunuyor
Akdeniz'de başlayan kuşatma sona ermeden bu defa Kuzey'de yaşanan Ukrayna-Rusya krizi ister istemez kapımıza dayandı. Ukrayna'da el değiştiren "Batı yanlısı, Rus yanlısı" iktidar değişimlerinin beraberinde getirdiği kriz, Ukrayna'nın toprak kaybıyla sonuçlandı.
Her ikisinde de mızrağın ucu bize dokunuyor.
2014'te Rusya'nın yuttuğu Kırım, Türk'ündür.
Sovyetlerin dağılmasıyla Ukrayna'ya bağlı kalan Kırım, önce özerk bir cumhuriyet haline getirildi sonra iş başına gelen yönetim, meclis kararıyla Rusya'ya katılma kararı verdi.
Güzel bir yöntem.
Bir benzeri, PKK sorunu bağlamında "Kürtlerin masum istekleri, demokratik hakları" haline getirilerek Türkiye üzerinde planlanıyor. Önce "halkların demokratik özerk" bölgesi sonra meclis kararıyla istediğin yere bağlanması. Bu siyasal hesapların somut örneği Kırım'ın ilhakıdır.
Halbuki Kırım, ne Rusya'nın ve ne de Ukrayna'nındır. Kırım, Türklerin yurdudur. Giray Han'ın ülkesidir.
İçinde bulunduğumuz süreçte, Karadeniz'deki gelişmeler, Türkiye'yi sorunların içine çekti. Çünkü Türkiye hem Boğazlar ve hem de kıyıdaş ülkelerden biri durumunda olduğundan, ister istemez etrafını saran tüm gelişmelerden etkileniyor. Aynı zamanda Türkiye'nin içinde bulunduğu coğrafi varlığı, kendisine büyük görevler yüklüyor. Bu sebeple ülkeyi yönetenlerin, coğrafyadan doğan sorunlardan kaçmaları imkansızdır.
Tam da Montrö tartışmalarının yaşandığı süreçte, tarih önümüze Ukrayna-Rusya çatışmasını koyarak işte bu coğrafyadan ve dolayısı ile Boğazlar yönetiminden doğan gücümüzü önümüze koyuyor.
ABD, Montrö'yü istemiyor.
Rusya ise istiyor.
Türkiye'deki yönetim ise ikircikli konuşuyor: "Daha iyisini bulursak tartışırız" diyor.
Uluslararası geçiş isteyen sularda daha iyisi şimdilik yok. Ancak, yeni bir Fatih Sultan Mehmet yahut Kanuni Sultan Süleyman gelirse o başka.
Bu durumda hiç kimse Montrö'yü diline dolamamalıdır.
Montrö, Türkiye'nin elinde tuttuğu Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının kilididir. Her iki kapının da anahtarıdır.
Uluslararası siyaset açısından Türkiye'nin gücüdür. Her kim Karadeniz'e açılacaksa önce Türkiye'nin kapısını çalmak zorundadır. İşte bak, ABD o kapıyı çalıyor.
Türkiye gibi stratejik coğrafyada bulunan ülkelerin hem yönetimi hem ekonomisi ve hem de siyasi, askerî gücü eksiksiz ve tam olmalıdır. Zayıf ekonomiler, siyaseti de güçsüzleştirir. Elini kolunu bağlar. Hareket kabiliyetini daraltır.
Aynı şekilde askerî hareketleri de sınırlandırır.
Hatırlayın, çok uzun süren Afganistan müdahalesi, Sovyet Rusya'sını yormuştu. Çökme noktasına gelen Rusya geri çekildi ve meydan ABD'ye kaldı.
Dikkat ederseniz ABD gittiği her bölgede, önce petrol kaynaklarını ele geçiriyor.
Neden?
Çünkü müdahalenin ekonomik yükünü, işgal ettiği ülkeye fatura ediyor. Buna rağmen yine de zorlanıyor.
Türkiye, aşırı borçlandırılmış, enflasyonu ve işsizliği çok yükselmiş, bozuk ekonomisiyle, zor günler yaşayan bir ülke haline getirildi. Bu haliyle, uluslararası sorunlarda zorluklar yaşıyor.
Mesela Kırım meselesini yüksek sesle haykırmakta zorlanıyor.
Çin'in D. Türkistan'a yaptıkları karşısında ses yükseltemiyor.
ABD ile pazarlık gücünü kendinde göremiyor.
Halkbank, S-400 gibi millî çıkar merkezli konularda bile, dolambaçlı yollara sapıyor.
Mevcut iktidar, bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de ülke içinde siyasi krizlere neden oluyor. İşte bütün bu gelişmeler, Karadeniz ve Akdeniz bağlamında Türkiye'nin içinde bulunduğu durumu daha da zora sokuyor.
Ne yapacağız?
Ne yapıp edip, bir an evvel ülke ekonomisini normal düzeye getireceğiz. Dış politikadaki temel yanlışlardan acilen vaz geçmeye başlayacağız. Lakin ne var ki henüz Beştepe'de en küçük bir belirti görülmüyor.
Üzücü olan bu.