Koronanın gün yüzüne çıkardığı gerçekler (2): Demokrasiden otokrasiye…
Tüm dünyada koronavirüsle mücadelede kazanan taraf olabilmek için de birtakım sınırlamalar yapılıyor, yasaklar uygulanıyor. Canının derdine düşen bizler de bu sınırlamaları gönüllü olarak kabulleniyoruz. “Yasaklara” karşı bu gönüllü tavrımız ise, bizim tavrımızdan cesaret bulan yöneticilerin baskıyı arttırması ve hatta belki de salgın sona erdikten sonra da baskı yönetiminin sürmesi ihtimalini akla getiriyor…
Dolayısıyla şu sorunun cevabı merak ediliyor: Otoriter eğilimler güçlenecek mi?
Gerçek şu ki kriz anları demokrasinin en fazla göz ardı edildiği dönemlerdir. Keza, koronavirüs kaynaklı bu sağlık krizinde de şimdiden ortaya çıkan en görünür vaka; Avrupa Birliği üyesi Macaristan’da parlamentonun Başbakan Viktor Orban’a salgın sürecinde hızlı karar alabilmesi maksadıyla süresiz bir şekilde verdiği “ülkeyi kararnamelerle yönetme yetkisi”. Verilen yetki, öylesine fazla ki, virüsün otoriterleşme için bahane edildiğini düşündürüyor ve “salgında üretilen politikaların demokratik değerlere ne kadar uygun olduğu” sorusunu akla getiriyor.
Demokratik gerileme riski
50’den fazla sosyal bilimci tarafından sürdürülen Varieties of Democracy (V-Dem) projesi, işte bu soruya cevap aramak için salgın sürecinde ülkelerin nasıl karar verdiklerini, aldıkları önlemler, sivil özgürlüklerin kısıtlanması, önlemlerin Birleşmiş Milletler standartlarına uyumu üzerinden inceleyerek demokratik gerileme riski barındıran ülkeleri araştırmış ve şu veriyi elde etmiş:
İnceledikleri 120 ülkenin 56’sında demokratik gerileme riskini “yüksek”; 15 ülkede “orta”, 49 ülkede ise “düşük” olarak belirlemişler.
Tahmin edersiniz ki, Latin Amerika ülkeleri gibi, demokratikliği zaten tartışmalı olan ülkeler direkt yüksek risk kategorisindeler. Balkan ülkeleri de yine bu kategoride yer alıyor. Fransa ve İtalya gibi ülkeler demokratik gerileme riski düşük ülkelerden. Türkiye ise, ABD ve İspanya ile birlikte orta risk kategorisinde değerlendirilmiş.
Risk değerlendirmesinde “orta” kategoride yer almamız, belki de 2017 anayasa değişikliği ile risk eşiğini çoktan aşmış olmamızdan kaynaklanıyordur.
Zira, bir başka araştırma da tam da bu noktaya değinerek Türkiye’deki mevcut rejimi “ılımlı otokrasi” olarak değerlendiriyor.
Bertelsmann Vakfı tarafından hazırlanan endekse göre, Türkiye, 137 ülke arasında 77’nci sırada kendine yer bulan artık demokrasi olarak sınıflandırılamayacak “de facto bir diktatörlük”.
Demokrasi tarihimiz açısından utanç duyulası bu nitelemelerin nedeni ise, 2017 anayasa değişikliği sonucu geçilen sistemle kuvvetler ayrılığının ortadan kalkması, bunun devamında artan baskıcı yönetim anlayışı, basın özgürlüğüne yapılan kısıtlamalar ve insan hakları ihlalleri gösteriliyor.
Hapisteki gazetecilere, onların çıkmaması için yapılan eşitsizlikçi infaz düzenlemelerine ve muhalefetin “düşman” ilan edildiği mevcut düzenimize baktığımız zaman eleştirilerin haksız olduğunu söylemek de oldukça zor.
Gelgelelim, tam da salgının yayınlamasını önleme amaçlı getirilen sokağa çıkma yasağının hukuki temelinin olmadığı uyarılarını yaptığımız, “salgının hukuku ihlal etmek için mazeret olmayacağını” söylediğimiz şu günlerde, bu verileri hazırlayan kuruluşlar da uzmanlar da koronavirüs salgınının demokratik gerilemeyi arttıracağı saptamasında bulunuyor.
Korona sonrası demokrasi
Çin’in salgının başlangıcını ve gerçek verileri sakladığını unutarak, salgınla mücadelede başarılı olduğu yanılgısına kapılanlar, ABD’nin ve AB ülkelerinin yaşadığı sıkıntılara bakarak baskıcı rejimlerin kriz çözmede daha başarılı olduğu varsayımında bulunuyorlar.
Ancak bu noktada dikkatle üzerinde durulması ve unutulmaması gereken;
Demokratik alt yapıya sahip ülkelerin kriz sona erdikten sonra alınan önlemlerin, başarılı ve başarısız olunan noktaların değerlendirmesini yaparak, artılar eksiler üzerinden yeni yol haritası çıkarılacağı; bu ülkelerde, kriz süresince yaşanan başarısızlıklara sebep olan kişilerin hukuki ve/veya siyasi sorumluluğunun doğacağıdır.
Pek tabi, demokrasi yolunu seçmeyen ve/veya bu süreçte demokrasilerinden taviz veren ülkelerde söz konusu artılar ve eksiler tespit edilemeyecek, iyileşme sağlanamayacaktır. Oysa, sağlık krizinin yanında gelen ekonomik krizle mücadele için de demokratik ortamın korunması elzemdir.
Dolayısıyla, hiç şüphe yok ki, her zaman olduğu gibi, demokratik ülkeler, bu krizden de daha sağlam çıkacaktır.