‘İslâmcı’ dönemde şahsiyet arayışı!
Recep Tayyip Erdoğan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Grand Cevahir Kongre Merkezi'nde düzenlediği Mevlid-i Nebi Haftası Açılış Programı’nda, Narin’in Diyarbakır’ın köyünde, dinin de kanunların da törenin de kesinlikle yasakladığı bir şeye şahitliği yüzünden yakınlarınca vahşîce katledilmesine, infiale yol açmasına girdi.
Ama... “Ama...”ya geleceğim.
Şu zamanda kadınların katli, minik minik yavruların istismarı, eline silah alanın vurur vurup kaçması, soygunlar “insan ve şahsiyet”i ister istemez akla getiriyor.
Diyanet’in bu seneki “Mevlid-i Nebi Haftası”nda programların teması “Peygamberimiz ve Şahsiyet İnşası” imiş.
Her hâlde, bu dönem kadar, insanlığımızı yitirmedik, bu dönem kadar karanlıkta kalmadık.
Ve biz “İslâm”dan en çok bahsedilen dönemdeyiz de!
Diyanet’in, şu zamanda, “şahsiyet” konusunu seçmesi manidar değil mi?
“Şahsiyet” nasıl teşekkül eder?
Diyanet, Hz. Peygamber merkezli “şahsiyet” meselesine girdiğine göre, örnek de Peygamber Efendimizdir.
“Şahsiyet inşası” İslâmî kesimde, öne çıkarılan bir metafordur. İlk bu programda bahsedilmiyor.
Eski Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz “Şahsiyet İnşası ve Tasavvuf” başlıklı makalesinde “Şahsiyet”i ele alır:
“Şahsiyet, her şahsı başkalarından ayıran kendine âid hareket ve tavırlar toplamıdır. Bu hareket ve tavırlar, gerek mizâc itibarıyla kendine âid olanlardan, gerekse toplum ve cemiyetin kendisine kazandırdıklarından oluşur. Şahsiyet İngilizce’de “Personality” kelimesiyle ifâde edilmektedir. Karakter ve mizâc kelimeleri, tam olarak olmasa bile, şahsiyet ile yakın anlamlıdır. Karakter alâmet, farklı özellik demektir. Prensiplerin ruhta iyice yerleşmesi sâyesinde irâdî fi[i]llerin kesinlik, rûhun da istikrâr kazanması diye tanımlanabilir. (“Şahsiyet İnşası ve Tasavvuf”, Altınoluk Dergisi, S. 219, Mayıs 2004)
Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz, tarikatların “yeni din inşası” merkezi olamayacağını en iyi bilecek isimlerdendir. Aziz Mahmud Hüdayî (1541-1628) üzerine derinlikli çalışması, “din”in hangi yollarla nasıl yayıldığını, “insan”ı insan yapan unsurların ne olduğu en iyi bilecek isimlerdendir.
***
“Ama...”ya geleceğim, demiştim.
Recep Tayyip Erdoğan, Mevlid-i Nebi Haftası Açılış Programı’nda konuşmasında Narin’in vahşice katline temas ederken, ayırımcı bir tavırla: “Birileri, daha olayın ilk anından itibaren bu cinayeti bir kutuplaşma aracına dönüştürmek için her yola başvurdu.” dedi ve şöyle devam etti:
“Kimileri 8 yaşında hayattan koparılmış bir çocuğun cenazesi üzerinden siyaset yapacak kadar insanlıktan çıkabiliyor. 40 yılda yüzlerce çocuğun kanını akıtan bölücü terörün uzantıları vicdan dersi verme cesareti buluyor. Bu vahşet öne sürülerek aile, din hedef alınıyor. Diyarbakır ve Kürt kardeşlerimiz hedef alınıyor. Masum bir yavruyu alçakça katledenlerden bunun hesabının yargı önünde sorulması, döktükleri her damla kanın burunlarından fitil fitil getirilmesi için her türlü adımı atacağız. Tekirdağ'daki alçaklığın da hesabını soracak, en ağır cezayı almaları için mücadele edeceğiz.”
Bu sözlerindeki 6 cümlenin her biri için söyleyecek sözlerimiz var. Sadece birine temas edeceğim:
“Diyarbakır ve Kürt kardeşlerimiz hedef alınıyor.”
Defalarca yazdım... Siyasî farklılaştırma, insan şahsiyetini de farklılaştırır. “Düşmanlaştırma”, farklılaştırmayla başlar. Farklılaştırdıkça “şahsiyet” de yontulur.
“Diyarbakır”ı “Kürt kardeşlerimiz”i kim niye hedef alıyor bilmiyorum.
Bir bölgeyi ve o bölgede yaşayan bazı insanlarımızı farklı göstermek uzaklaştırıcıdır, tehlikelidir.
R. T. Erdoğan’ın önüne metin koyanlar, çok dikkatli olmaları, lafın nereye çekilebileceğini bilmeleri gerekir.
Diyarbakırlı Ziya Gökalp, birçok makalesinde “İslâm” üzerinde bir “İslâm” âlimi gibi ayrıntılı durmuştur. Yine hatırlatayım, İttihat ve Terakkî iktidarında “İslâm Mecmuası” onun öncülüğünde çıkmıştır, bu mecmuada, isimli isimsiz birçok makalesinde “İslâm”ı ayrıntılı ele almıştır.
“Ümmet” ve “etnisite” üzerinde de durduğu “Dine Doğru” makalesinden aktardığımız şu satırlar maksadı ortaya koyacaktır:
“Bilâkis aynı ümmetten oldukları hâlde, milliyetleri ayrı olan zümreler, müşterek bir devlet hayatı yaşayabiliyorlar.
Büyük Britanya adalarında Katolik olan İrlandalılar, Protestan İngilizlere karşı bu kadar kanlar dökerek istiklâl mücâhedesine [mücadelesine] atıldıkları hâlde, yine Protestan olan İskoçyalılarla Gallilerin isyan bayrağına sarılmaması, ümmet rabıtasının kuvvetini gösterir. Belçika’da da, her ikisi de Katolik olan (Valon) kavmiyle (Flaman) kavmi sâkindir. Bunların birincisi Fransızca konuşur ve Fransız cinsine mensuptur. İkincisi ise bir nevi Cermen lisanı tekellüm eder [konuşur] ve Cermen ırkına mensuptur. Bunları da, milliyet ihtilâfına rağmen birleştiren, ümmet rabıtasıdır. İsviçre’de de Fransız, İtalyan, Alman milliyetlerine mensup üç unsur, hepsi Protestan olmaları hasebiyle, müşterek bir devlet hayatı yaşamaktadırlar. Anadolu’daki (Sünnî Türklerle Kürtler) İran’daki (Şiî Farsîlerle Türkler) de aynı hâlde değil midirler? Bazı içtimaiyatçılar, ümmet rabıtasıyla beraber, birçok asırlarca tarih ve coğrafya iştirakinden doğan bu müşterek hayata “fevka’l-mille” (sur nationalite) namını vermektedirler.” (Ziya Gökalp, “Dine Doğru”, Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak-İslam Konulu Makaleleri (Haz. Nargiza Sattarova), Bilge Kültür Sanat Yayınları, s. 157-158)
***
Birileri ayrıştırıcı sözlen edebilir. Birileri çıkar hesabı yapabilir. “Cumhurbaşkanı” sıfatını taşıyan “şahsiyet”in, ayırım kapısını aralayacak cümleler kurmaktan kesinlikle kaçınması gerekir.