İktidar, muhalefetin boğazını sıkıyor
Partili Cumhurbaşkanlığı sisteminin demokrasiyle arası iyi değildi. Son olaylara ve gelişmelere bakıldığında bu sistemin daha da hırçınlaştığı gözlemleniyor.
Küçük olaylar, sıradan gelişmeler iktidar tarafından endişe ve korku nesnesi haline getirilerek, Türkiye'nin gündemine sokuluyor.
Amirallerin Montrö bildirisi bunun son örneği.
CHP'nin "128 Milyar Nereye Gitti" afişinin başına gelenler de böyle. Aynı şekilde Kılıçdaroğlu'na fezleke düzenlenmesine kadar vardırılıyor. Halbuki demokrasinin ön koşullarından biri ve olmazsa olmazı muhalefettir. Özellikle ana muhalefet partisine yapılan bu haksız ve baskıcı tutum, partili Cumhurbaşkanlığı sisteminin demokrasiye karşı gittikçe tahammülsüzleştiğinin göstergesidir.
Peki neden böyle?
İktidar kendi sonunun yaklaştığına inanıyor.
Diyeceksiniz ki ne var bunda?
Doğal değil mi?
Elbette doğal. Bundan önce olduğu gibi bundan sonrada iktidara gelenler ve gidenler olur. Bütün demokrasilerde bu böyledir.
Peki bizde niye böyle değil?
Çünkü bizde demokrasi ortak paydası eksiksiz ve tam olarak bütün toplum kesimlerinde yeterince pekiştirilmemiştir.
Başka?
İdeolojiler halen daha demokrasiye (rejime) muhalif olmayı sürdürmektedirler. Şeriat isteyenler, sosyalizmin hayalini kuranlar, bir çeşit Osmanlı sistemi peşinde olanların tamamı için demokrasi, kendilerini hedefe götürecek bir araçtır.
Yaşam biçimi değildir.
Gelişmiş ülkelerde ise durum bizdekinin tam tersidir. Marks'ın doğduğu, fikirlerini ürettiği Avrupa'da Marksistler, Kuzey Kore veya Küba tarzı sosyalist bir sistemin özlemi içinde değiller. Onlar, demokrasi içinde kalarak emekten ve halktan yana olduklarını söylemektedirler. Aynı şekilde kiliseler veya Hristiyan tarikatlar Orta Çağ Papalık sisteminin geri gelmesini ve tüm Avrupa'ya egemen olmasını istemiyor. Kısacası Batı, siyasal sistem sorununu çözdü ve kurumsallaştı. Bu konuda herkes birbirine güveniyor. Demokrasi içinde yurttaşlık bilinci geliştirilmiş durumda. Bu sebeple o ülkelerde bizdeki gibi korkular yok. Ne darbe gelecek endişesi var ve ne de siyaset, kavga üslubundan besleniyor.
Herkes, kendi sınırları içinde ülkesinin geleceğine yönelik fikir üreterek yolunda ilerlemeğe çalışıyor.
Peki Türkiye?
Türkiye bu sorunu henüz çözemedi. Bu sebepledir ki, "güven sorunu" devam ediyor.
Esfender Korkmaz Hoca geçenlerde şöyle bir tespit yaptı: "Demokrasilerde devlet kurumsallaşmıştır. İktidar kim olursa olsun devlet çarkı döner. Aynı demokrasilerde halkın seçtiği iktidarlar, aynı zamanda devlet yönetiminin kendilerine geçici olarak verilen bir görev olduğunun bilinci içindedir."
Halbuki Türkiye'de iktidar mantığı öyle işlemiyor. "Halk bizi seçti, öyle ise her şeyi yapma hakkımız var. Kural da neymiş. Kanunu da kuralı da biz koyarız" anlayışı ile davranıyor.
Gelişmiş ve kurumsallaşmış demokrasilerin kim gelirse gelsin değişmez kuralları vardır. Anayasa bunların başında gelir. Her yönetim, anayasaya mutlak surette uyar. Yasalara saygı duyar ve aynı zamanda uygun davranır.
İşte geçenlerde bunun en somut örneğini gördük. "Norveç polisi, Başbakan Erna Solberg'e korona virüs kurallarına uymadığı gerekçesiyle 20.000 Norveç kronu (yaklaşık 16.000 TL) para cezası kesti" haberini hatırlayın.
Türkiye'de bunu kim yapabilir?
Bırakın devlet başkanını, iktidar partisinin il başkanına bile ceza yazabilir mi?
Esfender Hoca'ya göre bunun nedeni; "Gelişmekte olan ülkelerde devletin kurumsallaşmasını" tamamlayamamasıdır. "Bunun içindir ki öteden beri ve çoğu ülkede, siyasi iktidarlar devleti kendi malları gibi görmüştür."
Partili Cumhurbaşkanlığı sisteminin normal siyasi gelişmeleri bile normal dışı görüp, sert tedbirlere yönelmesinin bir nedeni bu mudur? Bir nedeni buysa da çok daha başka nedenleri elbette vardır. Sebebi ne olursa olsun ülkemizin dışarıdan görülen manzarası şudur: İktidar, kapıldığı korku nedeniyle her türlü muhalefetin boğazını sıkmaktadır.
İşte Partili Cumhurbaşkanlığı Sisteminin bizi getirdiği yer burasıdır.