‘Gerici’, ‘dinci’ deyince...
“Bayram yasağı gericileri birbirine düşürdü” başlıklı bir haber vardı gazetenin birinde... Biri cübbeli biri cübbesiz iki cemaat şefi virüs günlerinde bayram namazı kılınmalı-kılınmamalı tartışmasına girmişler. Cübbeli olanı kılınmasın, cübbesiz olanı kılınsın, demiş.
Devlet, ilim kurulunun karanına göre cemaatle namazın kılınmayacağını açıkladı. Siyasî bir karar değil bu. Hepimiz uyacağız. Dün cemaatle namazı kılamadım, çok tuhaf oldum. İlk defa böyle bir vaziyetle karşılaşıyoruz.
Burada takıldığım mesele başka... Gazete haberi verirken “gericiler” tabirini kullanıyor.
“Gerici” genellemesiyle dini kullanarak kendilerine yer açanlar dışında, şu zamanda maalesef az da kalsa, dini hakkıyla yaşayanlar, Kur’ân’ın emrine uyarak harama yanaşmayanlar, yolsuzluğun yanından geçmeyenler, hak gözetenler, adalete riayet edenler de yaftalanıyorlar.
“Gerici” yanında sık kullanılan bir tabir de “dinci”. Dinciler şunu dedi, dinciler şunu yaptı... Köşe yazılarında sık karşılaştığımız yafta.
Geçmişte, “mürteci” ve “irticacı” revaçtaydı. İki kelime de Arapçadır ve aynı kökten gelmedir. Geriyi, gericiliği ifade eder.
Ziya Gökalp’ın iki temel kitabına “Türkçülüğün Esasları” ve “Türkleşmek İslâmlaşmak ve Muasırlaşmak”a baktım; “mürteci” ve “irtica”yı kullanmış mı? Ve ne manada kullanmış?
Tükçülüğün Esasları’nda “Millî Vicdanı Kuvvetlendirmek” başlığı altında şöyle yazıyor:
“Bir zamanlar, ittihad-ı İslâm mefkûresi Müslüman kavimlerin istiklâle nâil olmasını, ülkelerinin müstemleke hâlinden kurtulmasını temin eder zannolunuyordu. Hâlbuki amelî tecrübeler gösterdi ki, İslâm ittihadı bir taraftan teokrasi ve klerikalizm gibi irticaî cereyanları doğurduğundan, diğer cihetten de İslâm âleminde milliyet mefkûrelerinin ve millî vicdanların uyanmasına aleyhtar bulunduğundan, Müslüman kavimlerin terakkîsine mâni olduğu gibi, istiklâline de hâildir. Çünkü İslâm âleminde millî vicdanın inkişafına hâil [engel] olmak, Müslüman milletlerin istiklâline mâni olmak demektir. Teokrasi ve klerikalizm cereyanları ise, cemiyetlerin geride kalmasına, hatta gittikçe gerilemesine en büyük sebeptir.
O hâlde ne yapmalı? Her şeyden evvel gerek memleketimizde, gerek sair İslâm ülkelerinde daima millî vicdanı uyandırmaya ve kuvvetlendirmeye çalışmalı. Çünkü bütün terakkîlerin membaı millî vicdan olduğu gibi millî istiklâlin mastarı ve istinatgâhı da yalnız odur.”
Türkçülüğün Esasları’nda “mürteci” tabirine rastlamadım. Yalnız 1923’te basılan “Doğru Yol- Halk Fırkasının Umdelerinin Tahlil ve Tasnifiyle Siyasî Umdelerinin Tefsiri” kitapçığında geçer:
“Eski meşrutiyetimizde ve ondan evvelki devirlerde bir kanun yaparken, teşrîi hâkimiyetimizi tahdîd eden, kendi akıl ve mantığımız değildi. Karşımızda birtakım haricî kuvvet de vardı ki bizi istediğimiz surette kanun yapmaktan men ederlerdi. Bu kuvvetleri birer birer tetkik edelim: (1) Haricî kapitülasyonlar namıyla birtakım imtiyazlara mâlik bulunan ecnebiler; (2) Dâhilî kapitülasyonlar namıyla birtakım imtiyazlara sahip bulunan gayrimüslim cemaatler, (3) Saltanatı nefsine hasretmek isteyen saray, (4) Dini siyasete âlet etmek isteyen mürtecîler. İşte, kendisini imtiyazlı addeden bu dört kuvvet, memleketimizde müsâvât-perverâne ve âdilâne kanunlar yapılmasına mâni oluyorlardı.”
Gökalp’ın “Türkleşmek İslâmlaşmak Muasırlaşmak” kitabında “An’ane ve Kaide” başlığı “mürtecî” şöyle yer alır:
“İçtimaî hayatımızın hangi cihetine baksak, iki muhtelif cereyanın çarpıştığını görürüz. Bunlardan biri cezrîlik [radikallik], diğeri muhafazakârlıktır. Birbirinin tamamıyla zıddı sayılan bu iki cereyan, hakikatte aynı esasta birleşmiştir: Kaidecilik.
Muhafazakârlar, mevcut kaideleri lâ-yetegayyer hakikatler sırasında görerek değiştirilmesine küfür nazarıyla bakarlar. Cezrîler, makul kaideleri mutlak düsturlar idâdına koyarak kabul etmeyenleri mürtecîlikle itham ederler.”
Gökalp, aynı kitabında, “Türklüğün Başına Gelenler” başlığı altında “irtica” tabirini kullanır:
“Bu Tanzimat tuzağına düşen yalnız Türkler oldu. Türkler lisanlarının hakikaten "üç dilden mürekkep Osmanlıca" olduğuna inanarak halk lügatiyle söylemeyi ve yazmayı bir irtica telakkî ettiler.”
İslâmcılarımız Gökalp’ı “teokrasi” ve “klerikalizm” kavramlarından vurmaya kalkmasınlar. Orada kastedilen dini istismardır.
Gökalp’ın hakikî manada “İslâmcı” anlayışı geri plana itilmiş ve yalın “Türkçülük” üzerine ahkâm kesilmiştir. Kendisinin İttihat ve Tarakkî’nin de yöneticisi olarak çıkmasına büyük destek verdiği “İslâm Mecmluası”ndaki (1914-1918) makaleleri incelendiğinde -ki birçoğunu imzasız yazmıştır- hemen hepsini tespit ettim, İslâmî meseleleri ayrıntılı incelemiştir.
Gökalp, Diyarbakır’dan Ankara’ya geçerken Adana’ya uğrar. Adana Türk Ocağı’nda konferans verir. 1928’de Türk Yurdu dergisinde “Ocaklar Ne Yapmıştır, Vazifesi ve Gayesi Nedir? başlığıyla yayınlanan konferansında “irtica” tabirini şöyle kullanır:
“Fransa'da nasyonalistler irticaî bir kuvvettir. Eski hayata merbut ve mütemayildirler. Bizim Ocağın güvendiği nasyonalistlik inkılâpçı, teceddüdperver, irticaa düşmandır. Bizimki ile onların milliyetçiliği kıyas edilmemeli ve edilemez. Bizdeki daima halkçı, inkılâpçı ve hürriyetçidir.”
Netice itibarıyla kullanacağımız kelimelere dikkat etmeliyiz ve kalıptan çıkmalıyız. Hususiyetle samimî Müslümanları rencide edecek tabirlerden kaçınmalıyız. Zamanımızda “gerici”, “irticacı”, “mürteci”, “dinci” dendiğinde, maalesef samimî Müslümanlar dini çıkarlarına alet edenlerle aynı safa itilmiş oluyor.
Kim suçlanacaksa ona göre bir sıfat kullanılmalıdır.