DTCF kantininde bir ‘Melâl Burcu’

Prof. Dr. Ayşe İlker, Haber Açısı (www.haberacisi.com)’nda Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin kantinini yazmış. Ayşe İlker bizden birkaç dönem sonra... Yazısında ismi geçenler biz son sınıftayken yeni gelmişlerdi ve onlarla sıkı bir dostluk kurmuştuk.
Ayşe İlker, bir tarafta kan, bir tarafta barut kokusunun yayıldığı Ankara’nın o bilinen ağır havasında, kantinde ölümü kanıksamış “büyüyen çiçekler”i hasretle anıyor:
“Burası bizim de kantinimizdi; tek fark o zaman, yani On İki Eylül öncesi, ortadan ikiye ayrılmış olması: Sağda bir grup, solda bir grup oturur. Derslere polis refakatinde gireriz. Dış kapının önünde daima bir veya iki panzer bekler. Kantinin bütün camları, yukarıdan aşağıya beyaz yağlı boya ile boyanmıştır. Dışarıdan sadece tren sesini ve düdüğünü duyarız: Lokomotifin hareket edişini ağır ağır ve sonra hızlanışını. Trene binenleri, inenleri o kantinde oturduğumuz zamanlar boyunca görmedik biz. Dışarıdaki hayatı seyretmedik. İnsanların telaşlarını, ivecenliklerini, ortalığa serilip kalan ayak seslerini duymadık. Kendi ayak seslerimize, yan tarafta oturanların ayak seslerine kulak kesilmiştik yalnızca. Ve yalnızca içimizi genişletmeye çalışıyorduk. Okuduğumuz Çiçekler Büyür kitabına bakıp bakıp Mehmet Ali Ünal, ’Büyümez efendim, çiçekler büyümez!’ diye latife yapmakta; Namık Açıkgöz, etrafında toplanmış arkadaşlara bir Mustafa Kutlu hikâyesi okumaktadır. Mümtaz Turhan, Erol Güngör, Seyit Ahmet Arvasi, Ayhan Tuğcugil yazıları beynimize dolmakta; Yavuz Bülent Bâkiler, Yahya Akengin, Dilaver Cebeci, Ali Akbaş şiirleri işlemektedir yüreğimize... Tarık Buğra, Şevket Bulut, Maupussant ve Çehov hikâyeleriyle dolaşmaktayız camdan seyredemediğimiz âlemi...”

***


Her şey aynen yazdığı gibiydi “Büyük Kavga”nın içinde, umut yeşertiyorduk ve bu umudu hiç yitirmemiştik.
Ayşelerin dönemi en karmaşık, 12 Eylül’e 5 kala dönemi... Meselâ, ben, dışarıyı gören camların boyandığını bu yazıda öğrendim.
Biz kantin havasını teneffüs etmek için, dersleri bile ekerdik. (Ekerdik dediğime bakmayın fakülte hâkimiyeti, kantin hâkimiyetiyle ölçülür... Kantini boş bıraktığında okulu kaybettin demektir!) Daha sıkıyönetim kalkmamış, kantinde gruplaşmalar fazla göze çarpmıyor. Kantin Yabancı Diller binasındaydı. O gördüğünüz görkemli DTCF binasının ardında bahçenin sağ tarafında yeni bir bina... Kantine girmek için büyükçe bir salondan geçer, boydan boya camlı kantine giderdiniz. Karşınızda sıla ile gurbetin kesiştiği demiryolu...
1974’te, sıkıyönetim kalktı, 12 Mart Müdahalesiyle tutuklanıp ceza alanlar affedildi, solun eskileri fakülteye geldiler. “Büyük Kavga” nın başlangıcı budur. Kantinin girişindeki büyük salon, asıl gruplaşılan alandır. Adım adım yer kapılmıştır ve bir cuma günü büyük kavga patlak vermiştir. Salih Akça’yı aradım bu satırları yazarken... Yanlış hatırlamış olmayayım, diye... Salih’le uzun uzun konuştuk. Yazsak sayfalara sığmaz.

***


İki yıl fakülteyi elde tutmanın da rahatlığıyla kantinde çok güzel günlerimiz geçmiştir.
Birbirimize bardaklarla saldırmayalım, diye çay ocağı kapatılıyor, sonra sandalyelerin kavgadaki rolü fark ediliyor! Sandalyeler sabitleniyor. O günler mantığın tükendiği günlerdir!
Geriye dönüp bakıyorum da, Ayşe İlker’in de dediği gibi kantin havasını alan hemen bütün arkadaşların bir “titr”i var. Devam ediyor Ayşe İlker:
“Kan, barut ve gözyaşı vardı o zamanlarda. Kan ve barutun içinde okumaya ve kitaba tutunmuş, okuyor, yazıyor ve düşünüyorduk. Kimseye nefretimiz, kinimiz olmadı. Anlamaya çalışıyorduk dünyayı ve ideolojileri. İbni Haldun, Gazali, Buhari de okuyorduk, Marks, Lenin, Hegel ve Adam Smith de.”


Melâl Burcu...
Şair A. Yağmur Tunalı da bu kantinin havasını teneffüs etmiş, nice şiirlerini bu kantinde arkadaşlarına okumuştur.
Erzurum’dan nakille gelmişti. Orada edebiyat okuyan bir çocukluk arkadaşımdan bana selâm getirmişti; tam da kantin önünde büyük salonda sinir savaşı verdiğimiz sırada. Dostluk o gün başladı ve bugüne geldi. Yurt dışında da beraberdik. TRT’nin Taşkent temsilcisiyken bürosuna sık uğrardım.
Yağmur Tunalı şairdir, tiyatrocudur, gazetecidir. Şairleri serazat biliriz, biraz da dağınık... Yağmur’da bu serazatlık, dağınıklık vardı. Şu şiirleri bir kitapta topla, derdik... Şair ruhu intizama elvermezdi. Sonunda Prof. Dr. Namık Açıkgöz’ün öğrencilerini seferber etmesiyle Melâl Burcu’nu elimize alabildik!
Biri, İkinci Yeni şairlerine bakarak şiirin bittiğini yazmış, ben de “Biten hangi şiir?” diye sormuştum.
Şiirin bitmediğinin en açık delili A. Yağmur Tunalı’nın “Melâl Burcu”dur.
Edebiyatımızda İsimler ve Terimler’de şiir kitabı olmadığı hâlde, “şair” olarak kitaba aldığım iki isim vardır: Biri A. Yağmur Tunalı’dır. Arkadaşım olduğu için değil, gerçekten şair olduğu için. Diğer şairi de yakından tanıyorum elbette... Onun “Aralık” başlıklı şiiri “Cumhuriyet Dönemi Şiiri” örnekleri içindedir. İkisini de okuyun siz karar verin...
Müzikalite yoksa şiir yoktur. Yağmur Tunalı, ruhu yakalamış bir şairdir. İçinize işler ve sizi ısıtır. Hülya bulutlarında kiminiz Leyla, kiminiz Mecnun gezersiniz.
Kitaba adını veren şiiri Melâl Burcu’nu İskender Öksüz’e ithaf etmiş. Prof. Dr. Öksüz, yukarıda Ayşa İlker’in yazısında adı geçen Ayhan Tuğcugil’dir ve ünlü romancı Emine Işınsu’nun eşidir.
Siz sadece Melâl Burcu’ndan şu mısralarını okuyun ve “şair” var mı yok mu karar verin!

Zamanla aram yok,
kırılmışım pek!
Kalmış bir kenarda
sevgim, hasretim;
Dilimde mısrâlar
ne kadar yetim:
Başka türlü olamazdı
cinnetim!
Ne kuğu var; ne göl,
ne de bir âhenk;

“Süz-i dil faslı”nı geçiyor
felek:
Başlıyor ey hüzün sana hicret’im!


(A. Yağmur Tunalı, Melâl Burcu, 187 s. Elips Yayınları, 0312 490 55 90 / 91)

Yazarın Diğer Yazıları