Cemaatler/tarikatlar için muhali istemek
Kaç gündür cemaatler/tarikatlar üzerine yazıyoruz. Başka yazanlar da oldu. Resul Tosun da yazdı. Millî Görüş'ten geldiği ve Ak Parti'nin rüknlerinden (direklerinden) biri olduğu, "yandaş" tabir edilen gazetelerde yazdığı için, "cemaatler ve tarikatlar kontrol edilmeli!" sözü dikkat çekti. Onun söylediği aslında başka bir şey. Cemaatler/tarikatlar, Osmanlı'da olduğu gibi, hukukî haklara sahip olsunlar, böylece denetlenebilsinler.
Resul Tosun, "Türk" ve "Atatürk" vurgusu fazla olan Anayasa'nın önsözünün ve cemaatlere/tarikatlara yol vermeyen 174. maddesinin değiştirilmesini istiyor.
Ak Parti'nin kendisini kurtarma telaşına düştüğü şu zamanda, Resul Tosun'un talepleri, arı kovanına çomak sokmak demektir. 2005'te de "zamansız" çıkışı hatırlardadır. TBMM'yi koruyan Muhafız Alayı'nın kaldırılmasını isteyince tartışmaya yol açmış ve üstüne üstlük, sonraki seçimde aday bile gösterilmemişti. (Resul Tosun'un önemli bir kitabı var: "Ne Süleyman'a Esiriz, Ne Selim'in Kuluyuz!". 662 sayfa. Siyasette yaşadıklarını da yazmış. "Dürüst" bir insanın siyaset yapmasını zorluklarını bu kitapta okuyorsunuz.)
Resul Tosun'la konuştum. Söylediği şu: "Ne yaptığını bilmediğin tehlikelidir. Kontrole almak gerekir. Bunun için cemaatler ve tarikatlar için siyaset üstü kurul kurulmalı."
Kanunlar açık. Bu taleplerin karşılanması mümkün değildir. Diyanet'in de bünyesine alması abes. Hiçbir tarikat/cemaat, kontrolü de bir bünye içine sokulmayı da kabul etmez. Sokulsa bile bildiklerini okuyacaklardır. Şu anda da zaten el altından kontrolde olmadığını iddia edemeyiz. Kim bilir kaç MİT elemanı içlerindedir.
Bir grubun cemaat veya tarikat olduğunu da belirleyemezsiniz. Çeşitli derneklerin, vakıfların çatısı altında toplanıyorlar. "Sen cemaatsin, sen tarikatsın. Nasıl irşat ediyorsun, bakacağım!" diyebilir misiniz?!
Mustafa Kemal, tekkeleri niçin kapattıklarını Nutuk'ta anlatır:
"Efendiler; tekke ve zaviyelerle, türbelerin seddi [kapatılması] ve alelumûm tarikatlarla şeyhlik, dervişlik, müridlik, çelebilik, falcılık, büyücülük ve türbedarlık ve ilh. gibi birtakım unvanların men ve ilgāsı da Takrîr-i Sukûn Kanunu devrinde yapılmıştır. Bu husustaki icrâât ve tatbikat, heyet-i ictimaiyemizin [toplumumuzun], hurâfe-perest, ibtidâî bir kavim olmadığını göstermek nokta-i nazarından, ne kadar elzem idi; bu, takdir olunur.
Birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyitlerin, çelebilerin, babaların, emîrlerin arkasından sürüklenen ve falcılara, büyücülere, üfürükçülere, nüshacılara, tâli' [talih] ve hayatlarını emniyet eden insanlardan mürekkeb bir kütleye, medenî bir millet nazarıyla bakılabilir mi? Milletimizin hakikî mahiyetini, yanlış manada gösterebilen ve asırlarca göstermiş olan bu gibi anâsır [unsurlar] ve müessesât [müesseseler], yeni Türkiye Devleti'nde, Türk cumhuriyetinde idâme edilmeli [devam ettirilmeli] miydi? Buna atf-ı ehemmiyet etmemek, terakkî [ilerleme] ve teceddüd [yenileşme] nâmına, en büyük ve gayr-i kabil-i telâfî [telafi edilemez] hata olamaz mıydı? İşte, biz, Takrîr-i Sükûn Kanunu'nun mer'iyyetinden [yürürlükte olmasından] istifade ettik ise, bu tarihî hatayı irtikâb etmemek [işlememek] için; milletimizin nâsiyesini [alnını] olduğu gibi açık ve pâk göstermek için; milletimizin mutaassıp ve kurûn-ı vustâî [Ortaçağ] zihniyette olmadığını ispat etmek için istifade ettik." (Nutuk, 1927, s. 626).
Daha sözümüz bitmedi.