"Beni halk seçti" yanılgısı
Demokrasi, bugün tüm dünyada siyasetçilerin en çok kullandığı kelimelerden biri. Öyle ki otokrat diye adlandırılabilecek liderler bile demokrasiden dem vuruyor. Neden? Çünkü ülkelerinde seçim yapılıyor, seçimle yöneticiler belirleniyor. Peki ama nasıl bir seçim yapılıyor? Ya da bir ülke, sadece seçim yaptığı için demokratik olur mu?
Kuzey Kore mesela… Orada da seçimler yapılıyor. Parlamento seçimlerinin yanı sıra, lider de kendince meşruiyetini seçimle perçinliyor. Ancak "seçmek" kelimesi bu noktada tam manası ile kullanılmıyor; çünkü yalnızca bir aday oluyor. Seçmenler "evet" veya "hayır" oyu ile liderlerini destekliyor veya desteklemiyor. Ancak desteklemediğini belirtmek öyle kolay değil, çünkü "hayır" oyu başka bir sandığa atılıyor. Hiçbir hukuki güvenceye sahip olmayan vatandaşlar pek tabi belirgin bir şekilde lidere muhalefet etmekten kaçınıyor. Dolayısıyla seçimdeki tek aday olan lider, oyların yüzde 100 ünü alarak "seçilmiş" oluyor.
Eğer tek kriter sandıksa; Kuzey Kore, resmi adıyla Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti de bir demokrasidir, değil mi? Üstelik, ülke isminde bile demokratik olduğu yazıyor.
Ancak Robert Dahl'ın da dediği gibi, "Sahibi öyle dedi diye bir kobra yılanı güvercine dönüşmüyor."
Seçim yeterli değil
Demokrasi bir etiketten çok daha fazlası. Siyaset biliminin önde gelen isimlerinden biri olan Dahl, "Demokrasi Üzerine (On Democracy)" isimli kitabında demokrasiyi tanımlarken, özgür ve adil bir seçimin yanı sıra; ifade özgürlüğünün, sivil toplumun, seçimlere etkin katılımı sağlayacak alternatif bilgi kaynaklarının yani bağımsız medyanın, kurumsal özerliğin sağlanmasının önemine vurgu yapıyor.
Yani, propaganda sürecinden sayıma kadar, seçimler serbest ve adil bir şekilde gerçekleştirilebiliyor mu? İnsanlar ihtiyaçlarını dile getirebiliyor, iradelerini özgürce ortaya koyabiliyor mu? İfadeler yetersiz kaldığında eyleme geçip barışçıl bir biçimde toplanabiliyor mu? Bu barışçıl toplantılara hoşgörü gösteriliyor mu? Muhalif seslere, basında yer veriliyor mu? Vatandaş, her türlü fikre eşit koşullarda mı ulaşıyor?
Eğer demokrasi söz konusu ise, bu soruların hepsine olumlu yanıt verilmesi gerekiyor.
Demokrasiye kelepçe dönemi
Bugün demokrasiyi konu almamın sebebi, 15 Eylül'ün 2007 yılında üye devletlerin demokrasiyi sürdürmedeki rolünü teşvik etmek için Birleşmiş Milletler tarafından "Uluslararası Demokrasi Günü" olarak belirlenmesi.
Ancak malum, sürdürmek şöyle dursun, her geçen yıl geriye gidiyor demokrasimiz. Hatırlarsanız, en son dünya otoriteleri tarafından sonuçları takip edilen bir endekste "ılımlı otokrasi" olarak sınıflandırılmış, "de facto diktatörlük" olarak nitelendirilmiştik.
2017 anayasa değişikliği sonrası geçilen sistem ile kuvvetler ayrılığının ortadan kalkması, denge fren mekanizması eksikliği nedeniyle artan baskıcı yönetim anlayışı, basın özgürlüğüne yapılan müdahaleler, son yıllarda iyice artan insan hakları ihlalleri ve ayrımcılık, şüphesiz demokrasideki gerilemenin başlıca sebepleri.
Bu sebeplere yol açan ise, yazının başında belirttiğim, seçimin demokrasi için yeterli olduğu yanılgısı. Yani, demokrasinin seçimle eş tutulması ve bunun sonucunda hukukun üstünlüğü ve çoğulculuk gibi demokrasinin olmazsa olmazlarının geri plana atılması.
2017 sonrası geçilen sistem ile kendini seçen çoğunluğu halkla özdeşleştiren Cumhurbaşkanı, değiştirdiği anayasadan ve atadığı yargı mensuplarından aldığı güçle, "beni halk seçti, benim fikirlerim halkın fikirleri" yanılgısına kapıldı. Cumhurbaşkanı, belli bir seçmen topluluğunca değil de halkın tümü tarafından seçilmiş gibi bir havaya kapılınca da onun görüşlerine zıt her görüş, onu eleştiren her kimse, halkın, milletin, devletin karşısındaymış gibi düşman/hain olarak görüldü/görülüyor.
Kutuplaştırılan ülkede, demokrasi açısından olmazsa olmaz özgürlükler, adeta cımbızla seçilerek korunuyor: Belli kesim açısından ve belli haklar için…