Atatürk'ün iki ayrı Türkçesi

Türkçe meselesinde hassasiyet gösterdikleri sananlar yanlışa düşüyorlar. "Türk" demekten kaçınan bir zat köşesinde yazıyor: "… başka konularda ahkâm kesen bazıları, yazılarda hatalar ararken, ''muhataplarının adını doğru yazmaya dikkat göstermiyorlar ve meselâ, iki (d) ile yazmaları gereken isimleri iki (t) ile yazıyorlar. / Söz gelimi, Hazine ve Maliye Bakanı Nûreddin Nebâtî''yle ilgili olarak yazanlar onun adını iki (d) ile değil de iki (t) ile yazıyorlar. Halbuki, (t) ile, (tin) şeklinde yazılan o isim, o zaman, (incir''in nûru) mânasına geliyor, çünkü, (tin) ''incir'' demektir." (Selahaddin E. Çakırgil, Star, 14 Şubat 2022)

Bir kişinin ismi nüfus kâğıdında nasıl yazılmışsa öyle verilir. Abdulhamit Gül''ün adının "Abdülhamit" yazılmasına itiraz ettiğini hatırlatmıştım.

Türkçe üzerine ahkâm kesen zat ismini "Selahaddin" yazıyor. Eğer Arapçasını yazmak istiyorsa, daha önce belirtmiştim, "Salahuddîn" yazmalı. İsminin bir terkip olduğunu bilir. ("Terkip" deyince… Bu zata göre "terkib" yazmalıyız! Türkçede sondaki sadalı ses ister istemez sadasıza döner.)

Bakanın adı nüfus kâğıdında muhtemelen "Nureddin" yazıyor. Türkçemizde hiçbir surette "Nureddin" dedirtemezsin. Ses uyumu itibarıyla, burada d, t''ye dönüşür. Bakanın soyadı yine nüfus kâğıdında "Nebâtî" diye yazmıyordur.

Dil sadeleştirmesinde öyle aşırıya gidildi ki, illâ Türkçe kökten gelmiş kelimeler kullanılacak. Medenî milletler birbirleriyle dil alışverişinde bulunurlar. Dışarıdan aldıkları birçok kelimeyi kendi dillerine uydurdukları gibi, başka dillerin kelime köklerinden de kelime üretirler. ("Gökkonuksal Avrat-Türkçenin Türkçesi" kitabımızda dil meselelerini ele aldım.)

Size Mustafa Kemal''den iki örnek vereceğimi yazmıştım.

Birinci örnek 1927''de CHF''nin 2. Kurutayında okuduğu Nutuk''tan:

"Burada, zihinlerde mevcut olması ihtimâli bulunan bazı tereddüt düğümlerinin çözülmesini eshil için, bir hakikati beraber müşâhede etmeliyiz. Tezâhür eden Millî Mücadele, hâricî istilâya karşı vatanın halâsını yegâne hedef addettiği hâlde bu millî mücadelenin muvaffakiyete iktirân ettikçe safha safha bugünkü devre kadar irade-i milliyye idaresinin bütün esasât ve eşkâlini tahakkuk ettirmesi tabiî ve gayr-i kabil-i ictinâb bir seyr-i tarihî idi. Bu mukadder seyr-i tarihîyi an''anevî itiyâdâtıyla, derhâl ihtisâs eden hanedan-ı hükümdarî ilk andan itibaren millî mücadelenin hasm-ı bî-âmânı oldu. Bu mukadder seyr-i tarihîyi ilk anda ben de müşâhede ve ihtisâs ettim." (1927 baskısı, s. 14)

İkinci örnek, 1935''te toplanan "C. H. P. 4''üncü Büyük Kurultayında Genel Başkan Kamâl Atatürk''ün Söylevi"nden:

"Kurultayın sayın üyeleri;

Karşılarında bulunmakla haz duyduğum delege arkadaşlarımı selamlarken; yüce ulusumuzu saygı ile anarım. (Alkışlar)

Bu anda, bundan önceki Kurultayları ve Partimizi doğuran ilk Sivas Kurultayını -ki, dış ve iç düşmanların süngüleri altında kurulmuştur- hatırlamak, geçen on altı yılın bütün hadiselerini göz önüne getirmeği kolaylaştırır.

Uçurum kenarında yıkık bir ülke... türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar... yıllarca süren savaş.., ondan sonra, içerde ve dışarda saygı ile tanılan yeni vatan, yeni sosyete, yeni devlet (sürekli alkışlar) ve bunları başarmak için arasız, devrimler... işte, Türk genel devriminin bir kısa diyemi..."

Mustafa Kemal, sonra bu manasız Türkçeleştirme serüveninden dönecektir.

***

Emekli Türkçe öğretmeni Akay Aktaş''ın "hukuk diline dair mektubu:

Hukuk dili

-Neşri tahririmin esbabı mucibe-layihasıdır-

Dil, kişilerin konuşma aracıdır diye tanımlanır en özlü ve yalın anlatımla.

Gerçekten de kişiler günlük yaşamlarında karşısındakiler ile anlaşmalarını dile borçludurlar. Sıradan bir insan, yüzelli kelimelik bir dağarcık ile günlük yaşamını rahatlıkla sürdürebilir.

Ancak mesleki yorum ve açıklamalarda, şiir, roman, tiyatro ve hele hukuk v e felsefede durum farklılaşır. Daha bir özel terimler ile toplumsal olaylar yorumlanır. Anlatılır. Açıklanır

Günlük yaşamını idame ettirme uğraşısında olan birisi için "külli irade" ile "tümel buyrultu" arasında bir fark yoktur. İkisini de anlamaz. Bu nedenle de bir kelimenin kökeninin hangi ırktan olduğu o kadar da bir değer taşımaz. Çünkü o, ikisinin de anlamını bilmez. Biri Arapça''dan diğeri Türkçe''den geliyormuş.

Bu konu yüzyılı aşkın bir süredir aydınlarımız arasında tartışılmaktadır. "Efendim dilimizi sadeleştirelim" diyenler ile "Türkçeleşmiş Türkçedir, dilimizi yavanlaştırmayın" diyen karşıtlar hâlâ tartışmaktadırlar.

"İstiklal" sözcüğünü hepimiz biliriz. Ama kökeni Arapça imiş. Gariptir Araplar ne istiklal kelimesinin anlamını bilir ne de kullanırlar. Zira bizimkiler Arapça "kılle" sözcüğünden "istiklal"i türetmişlerdir.

"Mirim, filan kelimenin Türkçe karşılığı olamaz" diyenler de birçok konuda yaya kalmışlar ve dilimizin matematiksel ve güçlü yapısına boyun eğmişlerdir.

"Tear"dan "tayyare"yi türeten biziz. Arap bilmez tayyareyi. Karşılığı uçak kelimesini de biz yanlış olarak ürettik ama tuttu.

Bu gün kimse "kompitür" demiyor. "Bilgisayar" diyoruz. Yanlışmış "bilgisayar" " bilgi sandığı" olması gerekiyormuş. Ne gam!

"Müdeiumumi" diyemezdi vatandaş. "Müddeyim" der keserdi. Oysa bugün "savcı" diyoruz.

Ama bütün bunlar mesleki bir dilin ille de köken olarak öz be öz Türkçe olmasını zorunlu kılmaz. Zaten böyle bir durum dünyada varit değildir.

Gelelim ana konumuz olan HUKUK''un diline.

Hukuk, o toplumun ve devletin ekonomik, toplumsal, tarihi, dini, beşeri yapısının tam içinde olduğundan, ona uygun bir dil ile yazılır, anlatılır. Yani seçkinler mesleki karizmalarına denk gelen bir yaklaşım ile yorumlarlar. Vatandaşın ise bu dili anlaması ve hatta neyin suç olup neyin suç olduğunu bilmemesi bile bir özür teşkil etmez.

Hani derler ya hukuk dili ağırdır. Anlaşılmazdır. İyi hoş da sıradan vatandaş dili ile bu nasıl olabilir ki?

"Sol alt ekstremitede spastik paralizi sekeli ekstremitede bir cm adele hipoksivar. Hafif hexion kontroktürü mevcut."

Bu, bir doktorun bana verdiği rapordan alıntı. Sanırsınız kalaylıyor. Demek ki tıbbın kendine özgü bir üslubu, terimleri var.

Askeri terminolojideki, takibat, tatbikat, istihkam, operasyon, teçhizat, mühimmat kelimeleri ise günlük yaşamdakinden farklı anlamlar içerir.

"Adalet mülkün temelidir" özdeyişindeki MÜLK kelimesi ise taşınmaz arsa değil, devlet, devletin varlığı ve hükümranlığı anlamındadır. Dolayısıyla toplumu derinden ilgilendiren ve hemen her an herkesin karşısına çıkan hukuki konularda kendine özgü terimlerin olması olağan sayılmalıdır.

"Cebri icra, çokluk def''i halefiyet, hiffet, icap, gaip, iktisabı müruru zaman, makable şamil, ihsası rey, ferişerik, keenlemyekün, ivaz, müzayaka, taliki ve infisahi şartlar, zımni irade, müteselsil, teşdiden tahfifen, gayrı kabili rücu, izaleyi şüyu…ifade ettiklerinin açıklaması olmasa, gerçekten toplumun büyük bir kesimi tarafından anlaşılamayacak kadar zordur." Diye yakınıyor hukuk doçentlerinden Seliçi Oğuzman.

Hıfzı Veldet Velidedeoğlu ise Türk Kanunu Medenisinde (Ankara Üniversitesi 1975 Basım S. XXVI) şöyle diyor:

"…Memleketimizin bir mahallinde verilen hüküm ile aynı şerait tahtında tahaddüs eden hükümler birbirinden farklı ve mütenakız bulunmaktadır. Netice itibariyle Türkiye halkı adaletin tatbikinde ittiratsızlığa ve mütamadi tezebzüze maruz kalmaktadır. Tesadüf ve talihe bağlı ve bir birini mütenakız kurunu vustal fıkıh kaidelerine merbut bulunmaktadır… "

Hukuk dilinin ağır ve ağdalı oluşundan yakınmaktadır Prof. Velidedeoğlu. Bu zorlama ıstılahların sıkıntısını en fazla hukuk öğrencileri çekiyordur her halde.

Ne bu yorum ne de bunun günümüze çevrisi vatandaşı pek ilgilendirmektedir. Halk o engin sağduyusu ile "Kanunlar lastik gibidir. Ne tarafa çekersen uzar." "Zengin arabasını dağdan aşırır, fakir düz yolda şaşırır" diyerek kestirip atmakta ve adalete olan duygusunu "Şeriatın kestiği parmak acımaz." tevekküllüğü ile hukuk dilinin anlaşılmazlığını kabullenmektedir

Aydın geçinen bir aykırının diliyle;

"Tüzegen devinselliğine koşut olarak biçimsel soyutlamaların, kişilerin iç imgeleri olsun, biçimselliğe değgin soyut tinsel ötelemelerindeki derinlik olsun, hukuk buyrultularını yabansılaştırmakta, sağlanca kapsamına koyarak toplumsal korumanlığı işlevsizleştirerek kullanılmazlık kapsamına almaktadır."

Diye bir cümle kursam, vatandaş herhalde alay ediyorum diye suratıma tokadı yapıştırsa yeridir.

Yasaların kullanılırlığı da ayrı bir mesele olarak karşımıza çıkar. Söz gelimi PAŞA kelimesinin kullanımı yasal olarak suç olmakla birlikte, gerek yasa koyucu ve gerek yasa uygulayıcılarının tümü bu kelimeyi her vesile ile kullanmakta, özneler ise bu kelimeden pek hoşnut olmaktadır. Zira toplum belleğinde PAŞA kelimesi yalnızca "general" karşılığı olmayıp çok daha öte bir şeydir. Validir. Devlettir. Askerî ve mülkî irade sahibidir paşa.

Bir başka şey ise basit gözüken bir telaffuzun ya da harf değişikliğinin büyük bir karmaşaya yol açabilmesidir .

Padişah Selim; bilgili ve saygın bilim adamı Sanizade Atâullah Efendi''yi Sadrazam hakkında dedikodu ettiği suçlamasıyla sürgüne gönderir. Bir süre sonra da bağışlar. Padişah buyruğunu götüren görevli, heyecandan şaşırıp, "tlakınıza (affınıza) ferman getirdim" diyeceği yerde, "tlafınıza (idamınıza) ferman getirdim" deyince,

Atâullah Efendi kötüleşir ve ölür.

Tamam. Hukukun kendine özgü dili olacaktır ama bu kadar da değil. Dilimize uymayan kelimelerin, yazılışının, okunuşunun zor olmaları bir yana, birbirine pek yakın kelimeler yüzünden örnekteki facialar da olabiliyor. Hukuk dilinin bu karmaşadan kurtarılması gerekir.

"İta, icra, ehlivukuf, nasp, tâyin, azil, hacizvaz ve fekki, devairi devletin kâffesinde, takibi umur ve muameleye, talep, istida, lâyiha, takdim, tahkim, lüzum, mezun, selâhiyattar, evrak, tahkim tevkil…" örneklerinde olduğu gibi noterliklerde öyle belgeler düzenleniyor ki, yurttaş çoğu zaman anlamını bilmeden altını imzalıyor. Bir gün bakıyor ki, amacını aşan bir belge vermiş, istemediği durumu kendisi yaratmış. Kamusal düzen, adalet ve hak adına yeni hukuksal sorunlarla örseleniyor.

Yargıtay eski başkanlarından Sami SELÇUK:

"Kişiler kendini anlatmak ve karşısındakiyle iletişim kurabilmek için en önemli araç olarak dili kullanmaktadırlar. Zamanla dil içinde meslek gruplarına göre dilsel ayrılıklar ortaya çıkmıştır. Buna göre meslek gruplarına ait olmayan kişiler için dilleri anlamak çok güç hatta imkansız hale gelmiştir. Hukuk dili de bu mesleki dillerin anlaşılması en güç olanlarından biridir. Amacımız, toplum kurallarının yazılı metni olarak kabul edilen hukukun daha yalın bir dile dönüşmesi gerekliliğini vurgulamaktır" diyor.

Yekta Güngör ÖZDEN bir konferansta:

"Hukuk tutucu değildir. Tutucu olan hukukçulardır. Görevler, gereğiyle yerine getirilse hukuk tutucu sayılmaktan kurtulur. Çağımızda toplumsal gelişme hızlıdır. Kurallar bu gelişmenin gerisinde kalmaktadır." diyor ve şöyle devam ediyor.

"Hukukçuluk, değişen durumlara uyan en iyi ilkeleri seçmek san''atı, becerisi olarak adaleti bulma ve ortaya koyma hizmetidir. Ulusunu yasalar önünde eşit, korkusuz, mutlu ve güçlü kişiler olarak yaşatmak borcunu yüklenmiştir. Hukukçunun sorumluluğu büyüktür. Yurdunun sosyal ve ekonomik sorunlarını, çözüm yollarını düşünmek, çıkar çatışmalarını önlemek, iç barışı, kamusal düzeni, bilgisi ve örnek davranışlarıyla güçlendirmek, hukukun etkin gücüyle adaleti her konuda sağlamak hukukçunun savsaklanmaz görevidir. Kendini bu sorunların dışında tutan hukukçu, yurttaş olamaz. Gelişmeye, kalkınmaya yardımcı, siyasete etkili olan hukuk, kurallar yığını değildir. İlerleyen bir kaynak aydınlatan bir ocaktır. Hukukçu uyaracak, hak ve özgürlükleri savunacak, çağdaş hukuk kurallarının yürürlüğüne öncülük edecektir."

Anayasa Mahkemesi Başkanlığı yapmış mümtaz hukukçunun önerileri bunlar.

Ankara-Sofya uçağı Deniz Gezmişler''i kurtarmak amacıyla 1972 yılında Iğdırlılar tarafından kaçırıldığında hukuki bir sorun ortaya çıkmıştı. Zira uçak kaçırmanın ceza yasalarında yeri yoktu. "Hürriyeti tahdit, devlet malına zarar, silahlı tehdit" gibi konulardan dava açılmıştı.

Ünlü Al Capon''u basit bir vergi cezasından 11 yıl Alcatraz''a MAHKÛM eden hâkim toplum vicdanını rahatlatmak için bu yola gitmişti. Yoksa gerçek cezası bir yılı dahi bulmuyordu.

Sonuç olarak hukuk dili yalın açık bir hale getirilmelidir. Ama sanılmasın ki bu vatandaşın anlayacağı bir biçime indirgenir. Hukuk dili terimsel ve mesleki anlamda kendi terim deyim ve kavramlarını Türkçe yazıp yorumlamalıdır. Ve fakat bunu yaparken, herhangi bir boşluğa meydan vermeyerek, kesin, yalın, net ve en azından meslektaşlar arasında bir çelişkiye düşülmeyecek açıklıkta olmalıdır. İçtihada yeni açıklamalara meydan vermemelidir. Hele gerekçelerde sağlam kanıtlara dayanıldığı kadar, temel toplumsal dayanakları da olmalıdır. Bu ise yasa dilinin sağlamlığı, mantıki tutarlılığı ve anadilin gerekleri ile hayata geçer. Zira sonuçta gerek karar verici, gerek iddia ve gerekse savunma makamları tartışarak en adil karara varmak istemektedirler. Bu da ancak ANA DİL ÜZERİNDEN OLUR. Bizim de resmî ve ana dilimiz TÜRKÇE olduğuna göre, söylenecek fazla bir şey kalmıyor.

Şurası da unutulmamalıdır ki HUKUK DİLİ nasıl olursa olsun, sonuçta onu uygulayacak olan insandır. Bir Iğdır valisi 1 EKİM 2000 tarihinde yaygın basında yer bulan demecinde şöyle buyuruyordu:

"Fuhuşla mücadele etmek bizim görevimizdir. Nataşalar ile yakalanan erkeklerin saçını sakalını kesip Suveren düzlüğünde gece yaya bırakırım."

Daha dün Kobani olayları üzerine İçişleri Bakanı şöyle kükrüyordu: Misliyle mukabelede bulunuruz. Polis kendisi. Savcı kendisi. Hâkim kendisi. İnfaz memuru yine kendisi

Bir Valinin ve bakanın hukuk ve idare anlayışı bu olursa, dünyanın en çağdaş hukukunu en anlaşılır bir dil ile yazsanız ne olur ki!?!?

Hukukçularımızın yetiştiği okullar ile hayata atıldıktan sonraki koşullarını ve özellikle hâkim ve savcıların adliye-lojman arasına sıkışıp kalmaları ise bir başka yazı konusu.

Akay Aktaş

Yeniçağ Gazetesi Iğdır İl Temsilcisi

Yazarın Diğer Yazıları