Ağla yavrum diktatörün öldü!
Kuzey Kore diktatörü Kim Jung İl’in ölümünün ardından dövünen, yakınan, süyüm süyüm gözyaşı döken insanların fotoğrafları yayınlanıyor. Cenaze töreni daha yapılmadı. Kim bilir nasıl görüntüler ortaya çıkacak...
Diktatöre hayranlığın sınırı yoktur. O insanlar parayla tutulmuş değillerdir. Samimiyetle diktatörlerine ağlıyorlardır.
Kuzey Kore’de bir tren kazası olmuş, yanıcı madde yüklü vagonlar infilak etmiş, evler yanmış, insanlar ölmüştü.
Kuzey Kore’den gelen haberler şaşırtıcıydı. Evi yanan adamlar lüzumlu eşyalarını değil, diktatörün fotoğrafını kurtarıyorlardı.
O zaman da yazmıştım. Kendisinden önce “lider”in fotoğrafını kurtarma samimîdir.
Suriye diktatörü Hafız Esad 2000’de öldüğünde de insanlar ağıt tufanına tutulmuşlardı. Onlar da samimiydi. İşinde gücünde, derin düşünmeyen, az çok karnını doyurabilen, diktatörlüğün nimetlerinden istifade eden kitleler samimî olarak ağlarlar, dövünürler.
Stalin’e bile ne kadar insan ağlamış, cenaze töreninde izdihamdan gencecik insanlar ezilip gitmişlerdi.
Her şeyin açık olduğu bugünün Türkiye’sinde, biraz otoriter görüntü veren insanların karşısında eğilenleri, sonsuz ubudiyetleri görmüyor muyuz!
Kimdi o? Bir Ak Parti milletvekili “Recep Tayyip Erdoğan’a dokunmak ibadettir” dememiş miydi!
Yakınımızda işte... Abdullah Öcalan’ın doğduğu köydeki evini her yıl ziyaret edenler olmuyor mu? Hadi bir politik misyonu var ve her ajitasyon PKK’nın hanesine yazılır düsturuyla örgütün kurucu başkanının doğum günü fırsat biliniyor, köyüne gidiliyor, doğduğu ev ziyaret ediliyor, konuşmalar yapılıyor falan... O yolda olanlar için normal... Ya evinin içinde, onun eli değmiştir, diye duvarlara sürünmeler, bahçesinden toprak yemeler... Normal mi?
Biraz zekâ, biraz fikir yürütme meselenin özünü yakalar ama kesin inançlılık her şeyin önüne geçiyor, diktatör “din”nası hâline getiriliyor.
***
Kuzey Kore diktatörünün nasıl bir rejimin başında olduğundan pek bahseden yok...
Bu rejim Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor. Çünkü bizim NATO’ya girmemizi hızlandıran bir sebep de Kore’dir.
Kuzey Kore diye bildiğimiz ülkenin tam adı “Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti”dir. (Hem demokratik, hem cumhuriyet, hem de halk cumhuriyeti!)
Kore, 1945’e kadar bir bütündü. 1910’dan 1945’e kadar Japonların işgalinde kalmış ve sömürülmüştür. Japonlar yenilince ülkenin kuzeyini Ruslar, güneyini ise Amerikalılar işgal etmiş, fiilî iki devlet ortaya çıkmıştı. Kuzey, Güney’i de topraklarına katmak için 25 Haziran 1950’de saldırıya geçince Kore Savaşı başlamıştı. Birleşmiş Milletler devreye sokularak ABD öncülüğünde İngiltere, Kanada, Avustralya, Filipinler ve Türkiye’den Kore yarımadasına asker sevk edildi. Kuzey Koreliler bayağı geriletildiler ama arkalarında Mao’nun desteği vardı. Savaş, Temmuz 1953’te bitti geride 3 milyon ölü bırakarak.
Komünist diktatörlüğün kurucusu geçen cumartesi ölen Kim Jung İl’in babası Kim İl Sung’dur. Kim İl Sung 1994’te ölmüş, yerine oğlu geçmişti. Şimdi tahta Kim Jung İl’in oğlu oturdu. Nereye kadar sürer bu diktatörlük?
Kuzey Kore, 22 milyon nüfuslu, dünyada en katı komünist yönetimdir. Bunu her fırsatta yazmalıyız, söylemeliyiz ki, gençlerimizi komünizme özendirmek isteyenlerin önüne geçelim. Kuzey Kore örneği, insanlık dışı örnektir.
Kuzey Kore’den gelen haberlerde beni geçmişte en etkileyen sahne çocuğunun sütünü çalan baba figürüdür. Çok üzülmüştüm. Niye minik bebeğinin sütünü çalmıştı baba biliyor musunuz? Yönetim aç bırakmıştı.
Kuzey Koreliler ağlasınlar diktatör babalarına; içlerini boşaltsınlar, rahatlasınlar. Belki bu rahatlıkla biraz düşünme fırsatı da bulurlar: Biz kime niçin ağlıyoruz?
Düşünebilmek için başka bir şeyi tanımaları, başka insanlarla temasları olması lâzım... Kıyas yok ki, düşünebilsinler.
Sosyalizmi tam uygulamak istersen git Kuzey Kore’yi incele... Bayağı aydınlanırsın.
Bu sözüm hâlâ sosyalizmin geleceğini
tartışanlara!