AB'den Çin kapısına Türkiye
İlginç bir siyasal ortamda yaşamaktayız. Neyin ne olduğunu veya olacağını önceden kestirmemiz zor.
Niçin böyle söylüyorum?
Şunun için.
Türkiye Cumhuriyeti, karma ekonomi modeliyle kamucu bir siyaset üreterek kuruldu. Uzun süre bununla devam ettiysek de demokrasiyle birlikte özel sektörün daha fazla öne çıktığı liberal ekonomiye doğru bir yol izledik.
Derken, o meşhur 24 Ocak kararlarıyla, 1990''lardan sonra, yani 12 Eylül darbesi sonrasında uluslararası (küresel) ekonomiye eklemlendik.
Kısaca serbest piyasacı olduk.
Bu arada AB''yi kendimize, hem kalkınma ve hem de demokrasi, hukuk ve özgürlükler bakımından model seçtik.
2002''de iktidara gelen AKP, iktidarının ilk dört yılını AB kriterlerine uyum mesaisi ile geçirdi.
Bu süreç, kendi anlatımlarıyla "çıraklık" dönemiydi.
Sonra "ustalık" dönemine girdiler.
Bu dönemde para boldu.
Özellikle yabancı para akışı süperdi.
"Kalfalık dönemine", yani zirveye çıktıklarında ise, öz güvenleri artmış, devleti tanımış, kanun, düzen kurmada, ihale almada, kupon arazileri satıp dağıtmada, kısacası devleti sahiplenmede öyle ustalaşmışlardı ki, sonunda parlamenter sistemi doymaz iştahları için engel görerek, Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi''ne geçtiler.
Bir çeşit krallık, padişahlık ihdas ettiler.
Ancak vardıkları yer oldukça yüksekti. Başları dönmeye başladı. Yetmedi, alışık olmadıkları şiddetli rüzgârla karşılaştılar. Tepede durmanın kolay olmadığını anladılar ama Nirvana (son zirve) her şey demekti.
Artık büyük usta, istediği gibi üfürmekteydi.
"Ekonominin kitabını yazdık!"
Hâlbuki ekonominin kitabını Adam Smith 1776''larda yazdığında Osmanlı''da iktisat ilmini bilen yoktu.
Yetmedi, Türkiye''yi yöneten kalfa, "Ekonominin sorumlusu benim, ben!" dedikten çok değil az biraz sonra, ekonomi adım adım çökmeye başlamıştı.
Dolar yükseldikçe telaş, telaş arttıkça ekonomi bilmezlik piyasaya yansımaya başladı. Tam 128 milyar doları, başarısız dolar operasyonlarında harcadılar.
Devlet zora girdi.
Gerisi. Bildiğiniz gibi içinde bulunduğumuz çözümsüzlük hâli.
İşte bu ahval ve şartlar içinde, büyük ustamız; çıraklık, ustalık ve en nihayetinde kalfalık döneminde yönettiği Türkiye''yi getire getire Komünist Çin''in kapısına kadar ulaştırdı.
Yeni modelimiz, Avrupa değil.
Hür dünya hiç değil.
Gelişmiş ekonomiler de değil.
Peki neresi?
Sosyalist Çin!
Bunu duyan Çin severler bir sevindi, bir sevindi ki sormayın. Hemen durumdan vazife çıkartıp; "Tıpkı Atatürk modeli" diyerek, Millî Mücadelenin ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurucusu büyük önderi, Çin ekonomisiyle ilişkilendirdiler.
Tabii her zaman olduğu gibi yine yanıldılar.
Her şeyden evvel Atatürk''ün kurduğu Cumhuriyetin ana teması, amacı, niteliği ile Çin''in sosyalizmi arasında hiçbir benzerlik yok.
İkincisi, ideolojiler taban tabana zıt. Atatürk milliyetçi, ulusalcı ve karma ekonomici, Çin ise sosyalist ve Maocu.
Üçüncüsü, Atatürk''ün Türkiye''si Türk işçisinin emeğini değersizleştirip, yeni kurduğu fabrikalarda ürettiklerini Batı''ya satma amacında değildi.
Dördüncüsü, Atatürk, dolar karşısında Türk lirasını değersizleştirme amacında da değildi.
Beşincisi, Atatürk iktisadı (ekonomiyi) bağımsız devlet ve millet olmanın ön koşulu sayıyordu. Çin ise, halkın malına çökmeyi ve devletleştirmeyi eşitlik sayıyor.
Atatürk''ü gerçekten sevenler onu kendi özgün yapısında görebilenlerdir.
Demek ki neymiş "Müslüman kardeşlerimiz" yönettikleri ülkeyi, en sonunda sosyalist Çin''e yakışır hale getirmişler.
"Kalfalık" demek ki böyle bir şey.