1940'lı yıllarda din tartışmaları (2)
Dün, Falih Rıfkı Atay'ın "Pazar Konuşmaları 1941-1950" (1966) kitabındaki "Din" başlıklı yazısından ilahiyatçı-Türkçü yazar Halim Sabit'le görüşmesini verdim.
Falih Rıfkı, sonra sözü Atatürk'e getirerek şunları yazar (Köşeli parantez içi açıklamalar bana ait):
"Atatürk din işlerini dünya işlerinden ayırdı. Fakat dinin cemiyetin en derin köklerine kadar işliyen bir gerçek olduğunu bildiğinden, Diyanet işleri Reisliğini devlet kadrosunda tuttu. Diyanet İşleri Reisi rahmetli Rifat [Börekçi] Hoca en sevdiği adamlardan biri idi.
Atatürk din terbiyesi meselesini bir nizamına bağlamak niyetinden hiç vazgeçmemiştir. O, İslâmiyete yok yere, haksız yere 'mâni-i terakki' [ilerlemeye engel] iftirasını yapıştıran taassubun, Türk milletinin kurtuluşunu bir asır geciktiren şeriatçiliğin düşmanı idi. Arkadaşları arasında beş vakitlerini kılanlar, oruç tutanlar vardı. Ramazan ayında bir oruçlu hükümet adamı ile işi olduğu vakit, saati düşünür, '-Kendisini rahatsız etmeyelim' derdi. İnönü'nün de din bağlanışlarına ne kadar saygı gösterdiğini etrafında bulunanlar bilir. Bir kaç defa söylemişimdir: Benim eşim kendi kızına yeni yazı ile çıkmış bir ilmihal kitabından benim evimde din dersi verdirmiştir. [Falih Rıfkı'nın bahsettiği üvey kızı Mîna Urgan (1915-2000) olmalı. Bir dönem çok gürültü koparan "Bir Dinozorun Anıları" kitabının yazarı Prof. Dr. Mîna Urgan'ın öz babası ise Fecriâti şairlerinden Tahsin Nahit (1888-1919) idi.]
Cumhuriyet devrinde din meselesi diye vicdanlar üstünde bir baskı yoktu. Mekteplerde mecburî din dersi konmamasına sebep, Türkiye'de yeniden mezheb kavgalarına, millî birliğe ve bütünlüğe zarar verecek bir fırsat verilmek istenmeyişidir. Din dâvasının bu tabiî ve her aklın yattığı çerçeve içinde halledilmiş olmaması, bir kusurdur. Bunu itiraf etmeliyiz. Yüz binlerce, milyonlarca kişinin arkasında namaz kıldığı veya minberden va'zını dinlediği imam ve hatiplerin kendiliklerinden yetişmelerine imkân yoktu. Fakat inkılâb henüz taze olduğundan imam ve hatib mektepleri açılırsa bunun arkasından hemen Arab yazısı ve medrese meselesinin çıkmasından, din işine dokunulursa gene hemen şeriatçilik tahriklerinin uyanmasından korkulmakta idi.
1945 ten beri yavaş yavaş bu eksikler tamamlanmıştır, imam ve hatip mektepleri açılmaktadır. İlmihal dersleri verilmektedir. Fakat gariptir ki bütün bunlar olmadığı zaman memlekette din ve mukaddesat tahrikleri yokken, şimdi bu tahrikler memleket işlerinin ve politikanın ön safına geçmiştir.
Taassub ve şeriatçilik, doğrudan doğruya vicdan ve tefekkür hürriyetine karşı mücadele halindedir, ibadet Tanrı ile kulları arasında, yalnız onlar arasında bir mesele iken, en başta tahrik mevzularından biridir. Bir kulunun mü'minliği veya imansızlığı yalnız Tanrının hükmüne bağlı iken, taassub ve şeriatçilik dinsizliği bir damga gibi rastgelenin alnına yapıştırmaktadır.
Din ve mukaddesat ile oynayanlar, memleketin en cahil, en geri, en iptidaî kafalarıdır. Bu kafalarda medeniyet düşmanlığından, ilim düşmanlığından, sanat düşmanlığından başka ne yer alabilir? "Bid'at demek dinde yeni bir şey peyda etmek" demektir ama, bu kafalar için her dünya işi bid'attir. Bütün Bid'atler toplandığı vakit, medeniyet dediğimiz şey meydana gelir. Taassub ve şeriatçilik Türkiye'de medeniyet düşmanlığını yaymaktadır." (Son bölüm yarın)